Takiyecilik ve ʻkitle siyasetiʼ

Her düğünün halaycısı değiliz, her cenazenin ağıtçısı da olmayız.

Kim olduğumuzu, yani “asıl görüşlerimizi” saklayarak mı siyaset yapacağız? Görüşlerimiz alışılmış sloganlardan oluşmuyorsa, sınıflar mücadelesinden hakkıyla geçtiğimizi düşünüyorsak ve derinlerde bir katkıyı arıyorsak, yani kendimizden utanmıyorsak, kendimizi saklamamız da gerekmiyor. Her harekette bereket olmadığını açıkça ilan etmek, dürüstlüğün bir gereğidir.  

Komünist Manifesto’nun üzerinden 169 yıl geçmiş, bizden hâlâ gerçek görüşlerimizi, kimliğimizi geri çekerek, “buna tenezzül ederek”, sol siyaset yapmamızı isteyenler var. Yapmayınca da sekter ve izolasyonist bulanlar.

Bu, bir tür takiyecilik olmaz mı? Takiye, solun, sosyalizmin, komünizmin çok dışında bir “sermaye çaresi”dir.

Kendisinden utanan, sınıfından utanır, halkından utanır, enternasyonalist sorumluluklarından utanır ve onları pazarlamayı, törpülemeyi vs. siyaset diye satmaya başlar. Kriz yönetmeye talip olur.

Soru şu: Biz mi kitleye benzeyeceğiz, onun genel eğilimlerini üzerimize geçireceğiz, yoksa kitleler mi bizim görüşlerimiz, kimliğimiz, önerdiğimiz siyasetler doğrultusunda değişecek, bize benzeyecek?

Şu anda İslamcı saldırılar karşısında bir haklılık zemini olan ve kendince büyüme istidadı da gösteren küçük yürüyüşün, bizlerden aldığı güzel yanıtları bir kenara koyalım. Kemal Okuyan, başka birçok şeyin yanı sıra, Türkiye’de komünist siyasetin artık köklü bir dönüşümden geçtiğini ve geçmişin hayaletleriyle, onların önünde sürüklenerek sol siyaset yapılamayacağı hatırlattı. Bu, elbette geçmişle böbürlenmek, “utkan gelenek” diye en sağ bataklıkların içinden Gorbilere eyvallah demek anlamına gelmiyor. Başka bir şey oluyor: Türkiye’de sol siyaset, özellikle son üç yılda inanılmaz bir hızla ve kendi içinde büyük temizlik yaparak, bu satırların yazarına göre, nitel bir değişimden geçmiş bulunuyor. Liberal tasfiye hareketi (“liberal sol azaplar”), tarihindeki en ağır yenilgilerden birini aldı ve sızdığı yerlerden çıkarılıp atıldı. Gerçi kendilerini ve kitle çizgilerini överek bir şeyler yapmak isteyecek insan sayısı az değildir. Ama artık devrimci bir sosyalist siyasetin sınırları içinde göz boyamaları zordur.

Aydemir Güler’in uyarısı da, Türkiye sosyalist hareketinin tarih öncesini kapatalı çok olduğunun bir kez daha yinelenmesiydi: “En iyi ihtimalle, sosyalizmi hedeflemeksizin günün sorunlarına karşı mücadele edenler yanlış bir programa sahiptirler ve tıkanmaya mahkumdurlar. Daha büyük bir ihtimalle, farkında olmadan bir yanlışa düşmüş değillerdir ve tam tersine kapitalizmin nasıl daha iyi yönetilebileceğine ilişkin bir iddianın sahibi ve takipçisidirler. ”

İşi bozan biziz. Okuyan ve Güler bunu söyledi, bu oyunbozanlığı sürdürmemiz gerekiyor.

Gelinen noktaya ve/veya aşamaya göre devrimci siyaset üretmek, asıldır.

O siyasetin temel sorusu ise galiba şudur: Biz mi haklıyız, yoksa geniş halk kitlelerinin “buldumcuk olduğu”, ama sistemin iç tilkileri tarafından kendilerine özgürlükçülük adına sunulan ilaçlar mı doğru?

Arada bir örtüşmezlik var.

Bu da kötü bir şey değil.

Alışkanlıklarımızın, bize on yıllarca solculuk olarak lanse edilen, belki bir dönem koşulların dayatmasıyla bir ferahlama yaratabilmiş söylemlerin dışına çıkmak zorundayız. Geçmişi ve geçmişteki sıkışmaları, arayışları lanetleyerek değil, artık geçmişten çok farklı bir sınıflar mücadelesi döneminden geçtiğimizi, o geçmişi de boşuna yaşamadığımızı hatırlayarak ve hatırlatarak.

Muhteşem 60’ların kahraman örgütü TİP’in ve çevresindeki sol kadroların şu veya bu ölçekte tarihsel TKP’nin kucağından çıktığını unutarak, hatta reddederek, bugün acaba kendisini sol diye satan sosyal demokrat-liberal kolaycılıkların kucağına düşmez miyiz?

Öyledir.

Son yıllarda, devrimci çizgisiyle genç TKP hep şunu anlatmaya çalıştı: Yenilgilerimiz çok, ama bizim utanacağımız bir geçmişimiz yok, ayrıca Türkiye de bir anomali değil ve kendimizi, sosyalizm hedefimizi kitlelerin keyfi olsun, şu veya bu sermaye çevresini başımıza bela etmeyelim, yasal sınırlardan da yırtalım diye saklamaya hiç mi hiç gerek bulunmuyor.

Kendimizi, farklılıklarımızı, yani kapitalist düzene sığmayan çözüm önerilerimizi büyük bir açık yüreklilikle kitlelere aktarmak, onların desteğini mücadele içinde kazanmak zorundayız. Kitle dediğimiz tuhaf ve tanımsız hamur, sosyalizmi hedefleyen bir sınıf siyasetine, “Canım bunlar o kadar aşırı komünist değil” diye hemen kapılarını mı açar? Krizin zamanı olağanlığın dışındadır ve öyle dönemlerde her kapı bir anda açılabilir, her kapı bir anda kapanabilir. Kriz, hep kendi zamanıyla gelir.

Kimlik gizlemeciliğin, 60 yıl önce bile çocukça bulunabilecek bu kolaycılığın bugün artık “cephecilik” adı altında devrimci siyasetin tüm kimlik tanımlarını silmek dışında bir getirisi olabilir mi? En önemli derslerimizden biridir, kabul edelim: Kürt hareketi, henüz Türkiye ve solculuktan kopmadığı zamanlarda bile, kendisini saklayarak mı asıl büyük adımlarını atabildi?  Her şeyi izliyoruz, her şeyi biliyoruz. Kendimizi de...

Biz kitleye benzemeyeceğiz.

Ama kitleselleşeceğiz.

Doktor neden hastaya benzesin?

Geçmişteki sahte (liberal) doktorları ve yarattıkları sonuçları elbette teşhir ederek araya mesafe koyacağız. Bu ülkenin çöktüğünü, hem de korkunç cayırtılar çıkararak çöktüğünü sadece biz söylemiyoruz, emperyal merkezlerde uzmanlar ve siyasetçiler de bağırıyor.

Sahte reçete, sahte doktorluk, hiçbir tarihsel çöküşün önünde set oluşturamaz.

Şu anda Türkiye’de iki cephe var: Bir yanda İslamcı iktidarın tamamlayıcı -muhalif- parçası olarak sistem içi çareler bulabileceğini, o sisteme bazı sol renkler çalabileceğini düşünenler, diğer yanda da biz. Biz, “Bu âlem reddedilmezse, yeni bir sosyo-ekonomik düzen, işçi sınıfı öncülüğünde bir sosyalist hükümet programı uygulamaya sokulmazsa, Türkiye bırakın feraha çıkmayı, adresini bile koruyamaz” diyenleriz. Sosyalizmi tek çare sayanlarız.

Sekter mi olduk? Bunları söyleyince her kaldırılan sopanın üstünden sıçrayamayacağımızı da söylemiş oluyoruz, bazı alanlara hiç giremeyeceğimizi biliyoruz. Tekrar: Her düğünün halaycısı ve her cenazenin ağıtçısı değiliz.

Dayatmacıyız tabii: Kimlik “fake”leri atarak siyaset yapılabileceğine inanmayanlar ve kendi reçetelerini toplumun önüne koymayı esas iş belleyenleriz. Misal: Sosyalist bir Türkiye’de nasıl bir merkezi planlama örgütleyeceklerini, sektör sektör hangi adımları atacaklarını şimdiden tartışma masasına koyanlarız... Kapitalizmi yönetmeyeceklerini saklamayanlarız, bunu açıkça daha yolun başında ilan edenleriz... Değil miyiz?

Buna önümüzdeki haftalarda döneceğiz. Şimdilik, şu: İslamcı istibdada direnenler, elbette çeşitli versiyonlarıyla direnmelidir, haklarıdır, kendi içlerinde hesaplaşsınlar, kapitalizmde çare arasınlar, fakat bizimle aynı cephede olmadıklarını, bizim de arkalarına sıralanmayacağımızı kabullenmelidirler. İçimizden kendilerine bazı “azaplar” bulabilirler. Liberal azaplardan müfrezeler, “cepheler” de örebilirler. Biz orada değiliz. Aydemir Güler’in yazısındaki gibi, kusura bakmasınlar, “birileri de sosyalist seçeneği tercih ediyor!”

Buradayız: Gizlenmeden, kimliğimizi saklamadan, programımızla ve önerilerimizle, başka bir dünya kurmayı yaşam nedeni sayarak... Düzen aktörlerinin arkasında sıraya girmeyerek...

Sosyalizm için ortaklık arayarak...