Sosyalizmin ve krizin sınırı

Kriz sadece bizde değil. Bizde var, ama başka yerlerde de var. Hatta her yerde var. Özellikle Avrupa’da… Almanya Avrupası’nda belanın biri bitmeden diğeri başlıyor. Önceki gün BM eski Temsilcisi Paddy Ashdown, Bosna’da 20 yıl önce bittiği ilan edilen savaşın öncesini andıran bir ortamın bugüne egemen olduğunu bağırdı. Yani savaşa açılan 1992 öncesi sahneler yaşandığını iddia ediyor. Herhangi biri değil bu adam. Ama kulak veren yok. Balkanlar, sosyalizm Avrupa’dan kazındığından beri, asla dinmeyecek bir kan pınarı değil miydi? Öyleydi ve öyledir. Bölgeyi iyi tanıyan Ashdown çaresizce uyarma ihtiyacı hissetmiş. Kendi yarattığı ve sonra da yönettiği felaketin tekrarından, daha doğrusu krizdeki yıkıcı gücünden mi ürktü acaba hazret? Her şey olabilir. Bırakın ahlakı falan, bunlarda aydınlanma ve sosyalizmin “yan ürünü” bir rasyonellik kırıntısı bulmak da mümkün değildir. Sosyalizmden arta kalan dünyada, bizdeki delilerin şu veya bu versiyonlarıyla her yere dağılmış olduğunu görmek zorundayız.

Fakat tam anlamıyla dağıldılar gerçekten. Birkaç yüz bin Müslüman’ın, gelecek milyonların habercisi halinde,  AB’nin merkezini, yani sanayinin varlığını koruduğu ülke Almanya’yı esas hedef alıp yollara dökülmesi, AB’nin en muhkem kalelerini, hem ekonomik hem de siyasal olarak sallamaya başladı. Hep söylüyoruz, en çok sallananlardan biri ve belki de birincisi Berlin. Rekor dış ticaret fazlasını nerelere koyacağını bilemeyen bu zengin mutfağında, tabandaki yoksulluk ve zenginlerdeki birikim giderek yayılıyor.

Tedirgin olmak için yeterince nedenleri var. Misal: Seçim sandığından yüzde 50’ye yakın bir ezici sonuçla çıkan Erdoğan ve adamlarının Almanya’da bir Türk-Kürt çatışmasını tetiklediği, artık açıkça Merkel’in yayın organı konumundaki medyada bile yazılıyor. Erdoğan’ın Almanya’ya şiddet ektiği, örneğin, Die Welt’in haber-analizlerinde başlık halini alabiliyor.

Zor durumdalar. Çok zor durumdalar.

Kavimler göçünü andıran ve bu koşullarda arkasının kesilmeyeceğini birdenbire gördükleri son mülteci akını, Avrupa’yı merkezinden sarsan bu krizin birçok göstergesinden sadece biri. Peki, Avrupa ricali, 2008’den bu yana bir türlü üstesinden gelemediği Avro Krizi’nde, hiç çevresinde refah ve barış adaları oluşmasına, bunların yerleşmesine izin verir mi? Bizzat müdahale etmediği yerlerde, çatışmaların derinleşmesi için el altından gerekli desteği vermekten neden çekinsinler? İsteyen ortadoğudaki silahların dağıtım ağına ve kökenine bakabilir. Mesela şu sıralarda Berlin’deki “Çatışma bölgelerine silah ihracatı yapılamaz!” şike başlığı altındaki kayıkçı dövüşüne...

Her birinin parmağı var.

En demokratik ülkelerin bile bu kan banyosunda parmağı var. Var, çünkü iktisadi refahları kadar demokratik rejimleri, yani bir model olarak azgelişmiş bölgelerin yetişkin insan gücünü mıknatıs gibi üzerlerine çekme kudretleri de bu felaketlere bağlı. Oralarda felaketler günlük yaşamı içinden çıkılmaz bir hale getirmezse, hiç mülteci akını olur mu? Kontrollü bir mülteci akını olmazsa, hiç AB yaşayabilir mi?

Şimdiki korku, milyonların denetim dışı kalmasında...

Yüz binlerce insan, sığınmacı orduları halinde ve ellerinde ne var ne yok satarak bizzat yaşam kaynaklarını kurutan rejimlere kendini atmazsa, bu iş yürümez. Oralarda bu merkeze zenginlik yağdıran içsavaşlar, silahlı çatışmalar, her türlü rasyonaliteyi yitirmiş ve insanlıktan çıkarılmış kitleler egemen olmasa, Batı kendisini nasıl ayakta tutacak?

Bizdeki dinci-liberal-milliyetçi uşakların demokrasi ve Batı hayranlığı, bu senaryonun tetikçisi olma heveslerinin bir türevidir veya tersi: Bu tetikçilik hevesiyle kendilerini ve ailelerini kalkındırabileceklerini düşünüyor olabilirler. Kaos ve denetim dışı akımlar böyle türer.

Özetle, bütün bu demokratik ülkelerin demokratik kamuoylarının duyarlılığı, bizdeki AKP ağırlığı ve duyarlılığından daha farklı değil. Bizde hiç değilse, delilerin karşısında kafa tutabilen insanların bir ağırlığı var. Solumuz da yavaş yavaş uyanıyor. En azından işaretleri var. Ya bu “Avrupalıların” ne kadarı uyanmaya hazır?

İnsanlık çevreden merkeze doğru, yani zincirin kopmaya hazır zayıf halkalarından merkezdeki güçlü halkalara doğru kurtulacak. Her yerde kriz olabilir, ama kurtuluş ışığı önce bizim krizin üzerinden geçecek.

Atmıyoruz: 1917’de, yani 98 yıl önce bugünlerde doğruluğu somutun zenginliğinde kanıtlanmış bir beklenti bu. Yaşadık ve gördük. Kurtuluşun yenisini ve daha iyisini bu topraklardan başlayarak kurabiliriz.