Sosyalizme karşı 'sol' cephe

Büyük Ekim’in 100’üncü yılına girdik. Sahneye bakalım ve en yakınımızdakilerden başlayarak soralım: Yunanistan ile Avusturya’yı, AB’nin bir zenginiyle aynı AB’nin sürünen bir yoksulunu birleştiren neydi?

Kesin ve nihai bir yanıt peşinde değiliz. Şunu biliyoruz: Çürümüş Pasok’tan bir başka Pasok, en az orijinali kadar kokuşmuş, ama bunu sol parfümler ve sloganlarla gizlemeyi başaran bir iktidar partisi yaratıldı Atina’da: Syriza.  Rezillik ortada. Statükoyu, yani kapitalizmin bekasını “statüko düşmanları“ sağlıyordu. Kapitalizmin bekçileri, antikapitalist sloganları kullanıyordu. Yunan komünistlerinin (KKE) direnci işte bu ucuz oyunaydı. “Yoksul AB”deki bir durum böyle.

Ya “zengin AB”de?

Viyana mesela. Hiç farklı değildi. Zengin AB’yi temsil eden bu küçük ülkede, ki Almanya’nın tamamlayıcı küçük parçasıdır, statükonun tehlikede olduğu bir durakta, sağ popülizmin ihracatı vurabilecek maceracılıklarının karşısına statüko karşıtı Yeşiller adayıyla karşı çıkılıyor. Yeni cumhurbaşkanı, Alexander Van der Bellen, malum, Yeşil hareketin ağababalarındandır ve bu işlere girerken diğer genç arkadaşları gibi herhalde bol bol statüko karşıtlığı propaganda etmiştir. Kapitalist rutini, o rutini çevreci tezlerle eleştiren bir siyasi oluşum koruyor, iyi mi? Kapitalizmin cilvesi değil, gerçeğidir bu.

Belki geçmişteki sade suya tirit antifaşist cephe pazarlıklarının bir kalıntısıdır.

Siyaset sahnesinde veya toplumdaki her yeni “hışırtı”nın, öksürüğün, yani kimliklerin, “ötekilerin” vs. ardına takılmayı, böylece “en geniş cephe” oluşturmayı iş sananların düştüğü çukur. Kendi asli işini beceremeyenlerin, kendilerine en yabancı mahfellerden adam toplama hesaplarını siyaset sananlar, kendi güçsüzlükleriyle oturdukları ortaklık masalarında meze kaderi yaşadılar ve o mahfellerin malı, paspası, hatta silahı oldular.  Neden peki ve biz, aslında ne demek istiyoruz?

Şunu: Antifaşist cephe politikalarının başarısı, Avrupa’dan faşizmin silinmesi, bir başka sınıfsal, entelektüel ve askeri güç birikimi üzerinde yükseliyordu. Yani eğer kapitalizmden kopmuş  bir siyasi, askeri, ekonomik güç merkezi olarak Sovyetler Birliği sahnede yer almasaydı, Avrupa’daki yalın antifaşizmin 1945’te bile böyle bir sonuca ulaşması, faşizmi ezmesi, mümkün olmazdı.  Kapitalizmin şoven bir delirme içinde de kendine yeni gelişim kanalları açabileceğini neden düşünemeyelim?

Goethe’nin toprağı bol olsun: “Grau, teurer Freund, ist alle Theorie, / Und grün des Lebens goldner Baum.” (Gridir, değerli dostum, bütün teori. / Ve yeşildir hayatın altın ağacı.) Teori gridir. Antifaşizm oynamak, onun teorisiyle, cilveleriyle vakit geçirmek gridir. Hayat ağacı ise yeşildir. Rengârenktir: Fabrikalar, sokaklar, kültür alanları, ilk sosyalist ülke ve onun entelektüel-askeri gücü...

Sosyalizm ısrarı, inadı ve sertliğini merkezine almamış her sözde antifaşizm ya da Türk ve Kürt “muhalif” siyasetlerinin sermaye temsilcileriyle kurulan pazarlık masalarında meze olmayı, CHP ve HDP için oy toplamayı kabul eden, böylece despotizm veya dikta karşıtlığı yaptığını sanan ruh hali, sermayenin yerde ararken gökte bulduğu bir nimettir. Viyana’da da, Atina’da da Ankara’da da... Tamam.

Tamam da, sosyalist alternatif yoksa, sınıfın aydınlanma şiddetinden, örneğin laiklik “fikr-i sabiti”nden taviz vermeyen aydınların devrimci iradesi yoksa, özellikle de sermayenin oyunlarını ve pazarlıklarını bozacak bir devrimci sınıf partisi yoksa, despotlarla falan mücadele edilemez. Erdoğan rejimine mesela sadece yem veya oyuncak olunur. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra, insanlar, kitleler gerici olan her şeye daha bir eğilimli oldular.

Açık söyleyelim: Toplumdaki her kimlikçi veya postmodern, neoliberal şikayette “müttefik” bulmaya çalışandan kendi “kopuşçu” damgasını silenden, sosyalist falan çıkmaz. İddiaları ne olursa olsun. “Leyleğin ömrü laklakla geçer” misali bol bol ittifak görüşmeleri yapılır.

Hitler ve Mussolini’yi tarihten silen zorun adı yalın bir antifaşizm falan değil, sosyalizmdi. Başka bir somut dünya iradesiydi. Biliyoruz: Berlin, 7 Mayıs 1945’te bile ev ev, sokak sokak  Kızıl Ordu’ya direniyordu.  SSCB en acımasız askeri kayıpları Berlin yolunda ve savaşın bitmesine günler kala hâlâ ev ev, sokak sokak direnen Nazi sürülerine karşı verdi. Gericilik, bir kitlesel olgudur. Türk gericiliğinin de benzer bir kaderi yaşayacağını söylemek kehanet olmaz.

“Teori gridir”, doğru. Sosyalizme “subliminal” bir reddiye olarak kurgulanan antifaşizmler de gridir. Sosyalizm ve içerdiği sınıf-aydın direnci ise hayat ağacının ta kendisidir ve yeşil bir canlılıktır.

Eldekini, yitirdiklerini korumaya yönelik geleneksel cephe anlayışı, gerçekleşme şansının hiç olmaması bir yana, düşünsel açıdan, sınıf partisine aydınlanmanın sosyalist bir iktidara dönüşebilecek devrimci yorumuna da düşman görünüyor. Çünkü bu kolaycı eğilim, hep geçmişteki bir şeyleri korumak veya hasarın büyümesini engellemek için çalışır. Hasarın büyümesini önleme zihniyetinin farklı bir toplum örgütlenmesine sıcak bakması, devrimci bir dönüşüm hazırlaması, tanımı gereği olanaksızdır. Fakat eğer sınıf partisi güçlüyse ve aydın adaylarını, teknokratlar dahil gerçekten sarsmayı başarırsa, ki bunu ancak kendi ayakları üzerinde durarak yapabilir, diktatörlükle, despotizmle mücadale edebilir. Yoksa cephe salataları arasında yem olur gider. İsteyen 1945-1990 arası Batı Avrupa’da zaman zaman sandıktan iktidar olarak çıkabilecek kadar kitleselleşmiş, ama sosyalizm bağını yitirmiş komünist partilerin bugün neden ortadan kalktığını bir daha düşünebilir. 1990 sonrasındaki Doğu Avrupa da bunu tamamlamıştır.

İki meselenin altını çizerek yazıyı kapatabiliriz:

Bir: Sınıfı örgütlemek, bir yandan da dallanıp budaklanmış bir yayın grubu halinde, kültür endüstrisini cepheden karşıya alıp onu temellerinden sarsabilecek bir güce kavuşmayı içerir. Ancak o zaman bütünsel bir örgütlenme mümkündür. Militan işçiyle aydının böyle bir zeminde buluşabilir: Egemen kültür endüstrisini sarsacak güçte bir alternatif kültür endüstrisinin ilk büyük işaretlerini verebilen bir yayıncılık örgütlenmesi acildir. Mevcut kültür endüstrisini medya konuşlanmalarından siyaset felsefesine, iktisadi planlamadan edebiyata, ondan görsel ve sahne sanatlarına uzanan bir alanda ve tüm boyutlarıyla sarsamayan bir sosyalist hareketin devrimci dönüşümler için sınıfa ve aydına ulaşması mümkün değildir.

İki: Sol kemalizmle sol kürdizmin içinde yer alacağı devrimci bir ittifak olasılığına geçmiş yıllarda da değinmiştik. Ama hep güçlü bir işçi sınıfı partisinin sahnedeki ağırlığına dikkat çekerek: O katalizör olmazsa, hiçbir şey olmaz. Açık söyleyelim: Sol kemalizm de, sol kürdizm de, kendi başlarına bırakıldığında, kapitalizmin bekası için çırpınan sermayeci eğilimlerdir. “Düşman kardeşler” yani. Kimlikçilik vs. dışında bir dünyaları yoktur. Sosyalizm bu iki kanat için de güncel değildir, acil değildir, zaten mümkün hiç değildir. Kendi içlerinde tutarlı olduklarını kabul edelim. Solun devrimci ve kurumsal ağırlığı artarsa tutarsızlaşırlar ve yeni arayışları sosyalist hareket yönüne evrilebilir. Ama açık olalım: Bugün artık tam güçlerini pek bilemediğimiz, ama var saydığımız bu iki eğilim de, zor durumda son derece “gerçekçileşecek” ve NATO’culukla “milletlerini” koruyacaklardır. Amerikancılıkla, AB’cilikle, Putincilikle falan da rahat rahat el ele yürürler. Demek ki bunlardan, kendi başlarına bir şey bekleyemeyiz. Üzerlerine sosyalizmin zorlayıcı enerjisi düşmedikçe geriye çekerler. Dolayısıyla, ışığı işçi sınıfı partisine tutanların doğru çizgide yürüdüğünü söyleyebiliriz.

Hiçbir şey, sosyalist bir hükümet için çalışan, işçi sınıfı içinde kök salabilmiş ve yeni bir dünyanın kurucu insan malzemesini, aydınları kendi bünyesine katabilmiş bir kurumsallığın yerini tutamıyor.

İktidar için ortaklıklar kurmak, masa masa dolaşıp yıllanmış sakızları karşılıklı çiğneyerek değil, aşkınlığını temel alanlarda kanıtlayarak gerçekleşebilir. Temeli kurduktan sonra istediğinizle konuşursunuz. Siyaset bir adım erken atanlarla bir adım geç atanların sahneden temsil ettikleri değerlerle birlikte kolayca temizlenebildiğini gösteren örneklerle dolu. O ferasetin reçetesi hiç olmadı.

“Biz de sosyalistiz, valla aslında biz de sosyalizm istiyoruz” bayağılıklarıyla yürümüyor bu işler. Böylelerini Bernstein ve Kautsky’den beri iyi tanıyoruz. Tarihimizi doğru yaşadık, doğru hesaplaştık, tasfiyeciliğin yeni ve “pek cepheci” kılıflarına şaşıracak halimiz de kalmadı. Yepyeni bir yol açıyoruz. Kendi coğrafyamızda ve kendi ayaklarımızın üzerinde yükseleceğiz, kendi devrimci aklımızla yeni, sosyalist bir toplum kuracağız; sermayenin içimize serpiştirdiği erken veya geç döküntüleri ise kendi halleriyle baş başa bırakacağız. Tabii üzerimize gelmedikleri sürece. Söylememiş olmayalım.