Sosyalizmden ödü patlayan ʻsolcularʼ

Sadece bize özgü değil. Dünyanın, özellikle de bir parçası olduğumuz Avrupa’nın neredeyse tamamında sol, aynı ölümcül hastalığın pençesinde gün sayıyor: Sosyalizmden korkan “sosyalistler” ya da komünistler. Radikal lafların belini kırmayı iyi bilen, ama sosyalist bir acil programı asla kabullenmeyen “devrimciler” veya “solcular” hatta “komünistler”...

Avrupa’da ve Türkiye’de demokratik bir aşama, anti-tekel veya ileri demokratik bir “aşama” olmaksızın sosyalizme de geçilemeyeceğini sanan, bunu propaganda etmeyi mücadele etmek sanan bir sol. Ortak programları “sosyalizmin imkânsızlığı” olan “sosyalistler-komünistler”... Kısaca, cephe işte...

Aslında hepsi, büyük bir krizden geçtiğimizi, sonumuzun yakın ve hiç hayırlı olmadığını söyleyecek kadar da açık yüreklidir. Örnek mi? Yazarı önemli değil, ama şu satırlar 2017 yılında, yani Ekim Devrimi’nin 100’üncü yılında ve batan bir ülkede solumuzun halini anlatıyor:

Diğer yandan AKP-MHP koalisyonu görünüşte 'rakipsiz' olmasına karşın, kurumsal ve kadrosal temel bakımından Türkiye tarihinin gördüğü en zayıf iktidardır. Hukuk fakültesini yeni bitirmiş cübbeli tetikçiler, havuz medyasının soytarıları, çeteler halinde bölünmüş özel harekat ve istihbarat kurumları, hiçbir kademesi birbirine arkasını dönemeyen bir ordu ve polis, kürsüleri boşalmış üniversiteler ve her yanından dökülen bir bürokrasi ile Türkiye’nin kontrgerillasını ve sömürge devletini restore etmek ham bir hayaldir.

Yoksul halkın gırtlağını her geçen gün daha fazla sıkan işsizlik, pahalılık ve borç batağını saymıyoruz bile.

Kısacası sömürge faşizminin krizi, içinden çıkılmaz bir hal almıştır; kısa ve orta vadede faşizmi kimse kurtaramaz. İyi ki de kurtaramaz.

Bu bir 'Fetret Devri'dir. Sömürge faşizminin 'fetreti', ezilen sınıflardan çıkacak Bedreddinlerin, Börklücelerin, Torlak Kemallerin de habercisidir. Ve 'bu kerre mağlub' olmayabiliriz.

Meraklısı yazının aslını kolayca bulabilir. Devrimci bir yazarın kaleminden/klavyesinden çıktığına kuşku yok. Bu satırların bir devrim duygusu ve aklı taşıdığı da söylenebilir. Bulgulara kim itiraz edebilir? Bağıra bağıra Türkiye’nin bir devrimci durumdan geçtiği, devlet mekanizmasının çöktüğü, bu krizin toplumsal bir yıkıma karşılık geldiği, yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin ise eskisi gibi yönetilmek istemediği yolunda sinyaller verdiği savunuluyor. Neredeyse bir devrim anındayız. Bir tek devrimci ve öncü parti eksik. Yoksa her şey tamam. İyi.

İyi de, herkesten medet umulmakta, Torlak Kemallere kadar bile geri gidilmekte, ama sosyalizmin hemen, şimdi, derhal bir hükümet programı haline gelmesine ısrarla itiraz edilmektedir. Yanlış mı anladık? İtiraz edilmemekte midir? Eğer öyleyse, bu krizin tek çaresinin sosyalizm veya sosyalist bir hükümet olduğu neden açıkça söylenmemektedir? Belki de seçmenlerin yüzde 51’inin sandıkta “Biz sosyalist hükümet istiyoooz!” diye irade beyanında bulunması gerekiyordur. Kemal Kılıçdaroğlu veya Selahattin Demirtaş’ların ne günahı var? Daha doğrusu “böyle radikal sözlerle aslında Kılıçdaroğlu ve Demirtaş politikaları üzerinden çare arandığını” iddia edenlere ne yanıt verilebilir?

Bulurlar bir yanıt. “40 yıldır” bunu yapmayı başardılar. Ülke bitmiş de olsa, bu zihniyet, solculuk adına hâlâ sosyalizm dışındaki her şeyin denenmesi gerektiği noktasında kararlıdır. Aşırı sosyalizm herhalde devrimciliğe, solculuğa, komünistliğe zarardır. Neyse...

Neyse ve mesele Türkiye ile Avrupa solunun karakteristiğini temsil eden bir yazıyı ve yazarını eleştirmek falan değil. Zaten çözüm kısmı dışında, eleştirecek pek bir şey de yok. Ama, “sosyalizmden ödü kopan sosyalistler”, krize teslim olmuş, diz çökmüş ve birbirine düşman parçalar halinde tarihten silinecek bir siyasi coğrafya olarak günümüz Türkiye’sinin tipik bir aktörüdür.

Bu topraklardaki parçalayıcı kapitalizmin bekasına güvence: Kleptokrasimizin, yani Türkiye demokrasisinin ve hırsız Türk-Kürt zenginlerinin en büyük şansı.  

Türkiye solu, dedik; gerçekten de kriz konusunda görüş birliği var. Ama krizden korku konusunda solumuzun, burjuvaziyi yaya bıraktığını düşünebiliriz. Krizin sorumlusu işçi sınıfımız ve aydınlarımız değildir, bütün yapılar dağılmaktadır, İslamcı bir faşizm dışında ülkenin yönetilemeyeceği anlaşılmıştır ve bu ortam, devrimciler için herhalde korku nedeni değil, kendi alternatif toplum önerisini, yani adıyla sanıyla sosyalizmi sahneye çıkarma, topluma önerme ve uygulama nedenidir. Bir şanstır. Makbul ve “demokrat” solumuza bakılırsa korkunç bir şeydir.

Ne mi oluyor?

Şu: Ülke yanıyor, belki kısa bir süre sonra bu coğrafya tanınmaz hale gelecek, fakat solculuk adına, tek bir parti dışında (“Evet, var öyle bir parti!”) hepsi, herkes, başka şeyler öneriyor. Birlik çağrılarından geçilmiyor.

Yinelemiş olalım: Bu krizin tek çaresi var, o da sosyalist bir hükümet. Dijital devrimden sonra geçmişteki sosyalizm pratikleriyle karşılaştırılamayacak kadar kolaylaşmış acil (aşamasız, tatlandırıcısız) bir araç olarak da “sosyalist merkezi planlama”.

Yoksa unutun bu ülkeyi, bu toprakları; kan içindeki etnik-dinci-mafyatik parçalardan oluşan kapitalist bir cenderede kolsuz bacaksız, gözsüz, kulaksız, burunsuz vs. ölümü yaşamaya çalışırsınız. Yugoslavya’ya, Kuzey Afrika’ya, Irak ve Suriye’ye, Ukrayna’ya bakın, geleceğinizi göreceksiniz.

Ama lütfen artık solculuk dersi vermeyin kimseye. Daha doğrusu, bu korkunç kaderin ancak ortak ve sosyalist bir programla göğüslenebileceğini, bunun için de neredeyse bütün koşulların hazır beklediğini savunanlarla masaya oturun. İçinizdeki sosyalizm korkusunu atın ve antikomünizminizi gömün artık. Yardımı olur: Sosyalizmden geri atmayacaklarını bildiğiniz sosyalistlerle önce bir masaya oturun.

Biliyoruz, bu işler 100 yıl önce de böyleydi. Acı olan, bir asır sonra benzer bağnazlıkların sahneyi işgal edebilmesidir. Liberal kirin her yere, dini ve milliyetçiliği yedeğine alıp özellikle de sola ve sol kılıkla girebilmesinin bir sonucu diyelim.

Genç kuşak devrimciler, 98’liler, 1979 yılında takılıp kalmış, yani daha o zaman sosyalist bir iktidar olasılığını demokratik gerekçelerle elinin tersiyle ve şımarıkça itmiş, ama eski şımarıklıklarını hâlâ sürdüren 12 Eylül döküntüsü solun, yaşlanmış, aklı demokratizmlerle kireçlenmiş, sosyalist olmaktan ve sosyalist bir program önermekten ödü kopan, ama bu utangaç antikomünistliği yüzüne söylenince de “cini tepesine çıkan” bitkinlere kapıları kapatmalıdır.

Ya sosyalist bir programla “sol bir Türkiye” çıkar bu krizden ya da Türkiye diye bir şey kalmaz, kalan/kalacak parçalara da zaten Türkiye falan denmez. “Her daim cepheci sol” bunun farkında tabii, farkında olduğu için de Avrupa’daki hık deyicileriyle birlikte önce Türkiye’yi tüm ileri tarihiyle birlikte “anomali” ilan etmediler mi? Öldürülen ve -Orhan Gökdemir’in müthiş saptamasıyla- cesedine sürekli tecavüz edilen cumhuriyeti “zaten burjuvazinindi, üstelik soykırımcıydı” diye damgalamaları ne kadar kolay; ellerini tutan da kalmadı...

Biz, umutsuzca da olsa, yineleyelim: Herkese solculuk dersi veriyorsunuz, iyi, peki, çöken bu ülkede (“zayıf halka”) sosyalizmi şimdi önermeyeceksiniz de, daha ne zaman önereceksiniz?

Sosyalizmden utanan, hatta korkan solcular destanı: Türkiye “solunun” -şimdilik- baskın yüzü.

EK NOT: Yanlış anlaşılmasın: Bu yazı bir siyasi polemik değildir. Tersine, yoldaşça bir davettir. Bir zemin arayışıdır. Büyük ve nihai krizimizin içinden, değişik devrimci çevrelerin ancak sosyalizm temelinden bir araya gelirlerse bu toplumun felaketini önleyebileceklerini ve eşitlikçi-özgürlükçü bir toplum kurulabileceğini hatırlatmayı amaçlıyor.