Son fırsat

Günümüz kapitalizminde siyasal iktidarlar ancak tehdit yaratabilirlerse ayakta kalabileceklerini biliyorlar. Kendi meşruiyetlerine kitle desteğini bu tehdit üzerinden sağlayabiliyorlar. Aslında bunu sosyalist iktidar deneyimlerine uzatmak da mümkün. Öyle ya, reel sosyalizm en önemli tehdidi, emperyalizmi, demokrasi diye yuttuğu ve bu tehdit unsurunu savunma (meşruiyet) modelinden çıkardığı anda, kitle tabanını da yitirdi.

Demek ki, tehdit yoksa, Marx’ın “tarih öncemiz” dediği sınıflı toplumlarda sınıf iktidarı da yok ve özellikle burjuvazi bu yoklukta emekçi kitleleri denetleyemeyeceğini iyi biliyor. Bu mesele siyaset teorisinde hâlâ tartışılır malum. “Düşman yaratamayanın” iktidar olamayacağı/kalamayacağı kesindir. Tamam.

Ancak, gelmek istediğimiz yer başka.

Elbette bir tehdit çizilmelidir. Olmayan tehditten söz etmiyoruz mevcut bir tehdit de emekçi halk yığınları nezdinde somut bir biçimde ve ne gibi sonuçlar doğuracağı anlatılarak çizilmelidir. Bunu başaramayan, iktidar olamaz veya iktidarını koruyamaz.

Bugüne gelelim.

Ana yönelimler aynı kalsa da, günümüzde ve Türkiye çevresinde mesele kısmen farklıdır. Emperyalizmin gözünde yeni tehdit “islamcılık”. Ancak burada bir sıkıntı var. Çünkü aynı islamcılık, dünya kapitalist sistemi için kurtarıcı bir işlev de görmüştü. Sırf Türkiye’deki aydınlanmacı kırıntıları temizlerken değil, ondan çok daha önce: Sosyalist tehlike, Batı’nın 1979’lardan itibaren tepeden tırnağa silah ve paraya boğduğu şeriat savaşçılarınca zayıf karnından (“Afganistan”) vurulmuş, sonra da Batı Avrupa’dan Doğu Avrupa’ya giren demokrasi ilacıyla fethedilmişti. Sopa ve havuç iç içeydi. Bir dünya sistemi böyle bitirilmişti şimdilerde bu “başarının” 25’inci “sene-i devriyesini idrak ediyoruz”. Neoliberal barbarlık, diyelim.

İşte islamcılık, bu barbarlıkta, artık kendi coğrafyasını ve kendi hükümranlık alanlarını “kâfirlerle” paylaşmak, daha doğrusu “emperyal kâfirlerin” bu kadar açık bir biçimde hizmetinde olmak istemiyor. Haksızlığa uğradığı inancındadır. İrrasyonel delirium’u içinde özgüveni tavan yapmış bir siyasal meydan okumayla karşı karşıyayız: Küresel “crash”i bekleyen dünya ekonomik krizinden de yararlanarak, kendi taleplerini daha yüksek sesle, bu arada kelle falan da kopararak dillendiriyor. İslamcılığın, bu “selefî” formatıyla, eğer törpülenmezse, emperyalist dengeleri hesapta olmayan yeni dengesizliklere itebilecek bir güç olduğu anlaşılıyor. Washington, Londra, Berlin, Paris, hatta Moskova ve Pekin’in ortak bir huzursuzluk odağı üzerinde görüş birliği sağlamaları kimseyi şaşırtmamalıdır.

Irak-Suriye bandında “İslam Devleti” denilen kasaplar ordusunun nasıl bir tehlike olduğunu emperyal başkentler de fark etmek zorunda kaldığından beri, bir tehdit dönüşümü yaşanıyor. Eski tehditler “hükümsüz” ilan ediliyor ve yeni tehditlerin gücü öne çıkarılıyor. Eski dostlar düşman oluyor. İslam, böyle bir dönüşüme tabi tutuluyor: Reel sosyalizmin yıkılmasında önemli roller oynamış olan “islamcılık”, ılımlısı ile uzun süre emperyalist başkentleri sevindiren bu sosyalizm düşmanı ideoloji, şiddete eğilimli odaklarıyla veya yeni moda deyimle “selefî” tugaylarıyla Batı’ya yeni bir düşman yaratma fırsatı veriyor.

İslam ve islamcılığı böyle kullanmak, çok da yeni bir buluş değil. Kapitalist dünya sistemi Soğuk Savaş’ta sosyalist ülkeleri “sosyalist propaganda” ile yenmemiş miydi? Sosyal demokrat veya “gerçek sosyalist” tezlerle, reel sosyalizmi aşmamış mıydı?

Sovyet sosyalizmini şeriatçı CIA beslemeleri sadece sarsmıştı. Rejimi yıkan, kitleleri nötralize etmeyi başaran insan hakları ve demokrasi sloganları olmuştu. Bu oyun neden şimdi ve “İslam” ile oynanmasın?

Batı, yeni dünya (veya Ortadoğu) düzenini denetim dışı şeriat savaşçılarını sopalayarak kazanacağı bir meşruiyet düzlemi üzerinde yükseltmeye çalışıyor. İslamcılıkla yeni bir ittifak bu. Hep söylüyoruz, sermayenin iç ittifakları hep burun kırarak ve kan dökerek kurulur. Yine öyle.

Şike yanı açık: İslamcılığın ılımlısı ile el ele sol tehlikeye karşı çıkılabilir ve şeriatçılığın şiddet yanlısı versiyonu da “tepelenerek” emperyalist dengeyi sarsabilecek densizliklere eğilimli islamcı odaklar terbiye edilebilir. Hedef haline getirilebilir.

Olamaz mı?

Olur.

O halde, islamcı şiddetin, silahlı kalkışmaya yöneldiği ve kitle tabanı kazandığı bir dönemde başdüşman ilan edilmesi, kimseyi şaşırtmamalıdır. İslamcılığın yardımıyla şu ya da bu ölçüde laik rejimleri, herhalde dünya ekonomik krizi derinleştikçe içerdikleri sol alternatif olasılığı nedeniyle, tasfiye eden dünya sistemi (“oligarklar rejimi”), şimdi bu eski yardımcılarını yeniden düzene sokmak zorunda hissediyor kendisini. Kan dökmesi şart. Çünkü kırıp dökmeden olmuyor bu işler.

Batı medyasına baktığımız zaman, şu anda büyük bir dönüşüm yaşandığını görüyoruz.

Daha önceki görece büyük ve bağımlı rejimler, islamcılık ilacıyla ortadan kaldırıldıktan, mesela Türkiye’de “Birinci Cumhuriyet” kazındıktan sonra, aynı islamcı iktidarlar yeniden rötuşlanmayı bekliyor. Kriz derinleştikçe, böyle ele avuca gelmez ve her türlü rasyonalizme yabancı, din dışı tüm değerlere düşman, ruh hastası güç odaklarının temizlenmesi şart oluyor.

Batı medyasında, emperyalist irrasyonalizmin, dünya zenginlerinin yani, bizim bölgemizde ne gibi yeni askerler ve yeni hizmetkârlar yaratmaya kalkıştıklarını gösteren çok örnek var. Dünyanın en etkili haber dergilerinin başında gelen “Der Spiegel”in bu haftaki kapağı ve dosya konusu başlı başına bir örnek kabul edilebilir. (http://www.spiegel.de/spiegel/index-8808.html)

Paradigma değişmiş, eski dostlar düşman, eski düşmanlar da dost olmaya yüz tutmuştur.

Bunlar, olur. Dünya kapitalizminin 1929’la karşılaştırılacak ağırlıkta bir ekonomik ve siyasi krizden geçtiğini biliyoruz, böyle kan ve ateş üreten arayışların nasıl felaketler doğuracağını da anladık. İslamcılık, değişik çehreleriyle bizdeki neoliberalizmin meşruiyet kaynağıdır. Kriz böyle derinleşirken, Türkiye halkının ayağa kalkmış ve yeni bir ortaklık anlaşması talep eden kesimini, milyonlarca insanı, yeni bir Türk-Kürt ittifakını torpilleyecek şekilde düşman ilan etmeyi (“Hepimiz Türk milletiyiz!”) anlamak, mümkün değil. Sadece içerdiği dirençle bile bir başarıyı ve özgüveni simgeleyen Kobanê’ye düşmanlık, Kürt halkını elinde Amerikan bayraklarıyla Türkiye’nin mezarı üzerinde dansetmeye mecbur bırakmaktır. Bu, sol akılla izah edilecek bir şey değil. Türkçülüğün nelere yol açacağını görmek isteyen, mesela bir Yugoslavya’ya, “haklı ve bütünleştirici” Sırp milliyetçiliğinin orada neler yarattığına bakabilir. Srebrenitsa, örnektir: Bu bölgede daha önce yaşanan ve belgelenmiş Sırplara yönelik korkunç islamcı katliamları (ki İD’nin, ÖSO’nun vs. kökenini de önce bu Balkan şeriatçılarında aramak gerekir) kimse ciddiye almıyor. Sırpçılık/Slavcılık, saldırıya uğrayan Sırp halkının haklılığı içinde bile felaketi hızlandırmaktan başka bir işe yaramadı. Yugoslavya, sosyalizmin önüne geçmiş bir kimlikçiliğin çeşitli sonuçlarına yakın zamanlardan bir örnek.

Yani emperyalist “delirium”un kodları içinde bu kanlı çılgınlığın ortaklığına itiliyoruz. İş her geçen gün daha da çetrefilleşiyor. Kan yayılıyor.
Küçük bir umut var: Türkiye solunun, sosyalist yönelişli bir ortak programla coğrafyamızın tüm acılarını dindirmeye talip, Türkiye’de yeni bir iktidar ve yeni bir kardeşlik cumhuriyeti kurmaya kararlı da olduğunu ilan etmesi gerek. Daha doğrusu, bu güçte olduğunu topluma kabul ettirmesi şart. Tıpkı ölümcül bir hastalığın pençesindeki hastayı kurtarmak için, ona, kendi tedavi yöntemini kabul ettirmeye çalışan doktor gibi...

Yugoslavya’yı, Irak’ı, Suriye’yi çok arayacağımız günler kapıda ve galiba “Birleşik Haziran Hareketi” ölüm köprüsüne girmeden önceki son çıkış fırsatımız...