Solda 'kir ve siyaset' paradigması

Karanlığımızı küçük fakat büyüyecek bir ışıkla, 4 Eylül’de yeniden yırtma yolunda, düşünecek çok sorunumuz var. Bunlardan biri devrimcinin (veya solcunun, sosyalistin, en doğrusu da komünistin) her şeyi yapabilme, her kire bulaşma ruhsatının olup olmadığı.

Açık olalım. “Steril ortamda siyaset yapılmaz” doğrusunun tefessüh etmiş halidir karşımızdaki: Sosyalist politikanın hiç bulaşamayacağı beraberliklerden, sınıf kaçkınlarının pek severek sığındığı, çöktüğü ise ayan beyan ortada çatı altlarından söz ediyoruz. Siyaset için kirlenmenin en belirgin bir örneği Gorbaçov değil miydi? SBKP Genel Sekreteri, ki bu göreve geldiğinde komünist olduğunu sonraki karşıdevrimci dostları da düşmanları da söylüyor, zaten kendisi de itiraf ediyor sonradan metamorfoza uğradığını, kirlenmenin komünist siyasete neler getireceğini göstermiş olmadı mı? Şimdi bir dönem, gençken bu kepaze rüzgârın etkisinde politika yapanlar, sınıfla ülkemizin kaderini değiştirmeye çalışan bugünün genç devrimcilerine ders veriyor, beş paralık köşelerinden. Metamorfoza uğrayanlar, başkalaşım geçirenler onlardır ve sözlerini ciddiye alamayız.

Ama kiri ve siyaseti ciddiye almak zorundayız.

Fransa’da pek bir tanınır, şu sıralarda Almanca konuşulan dünyadaki teknokratların ve aydınların da gündeminde yeni kitabıyla: Didier Eribon. Diğer dillerde olduğu gibi Türkçede de “Michel Foucault” kitabıyla biliniyor bu hazret ve şu sıralarda Amiens Üniversitesi’nin sosyoloji profesörlerinden.

Eribon, anılarını içeren ve Alman devrimcilerinin de yer yer övgüsünü kazanan son kitabında ilginç sinyaller veriyor. Biz o sinyallerden hareketle, solun bir çürüme tuzağından söz edeceğiz. Her yerde ve her meselede, hep sahnede olmayı kendisi için bir hak, bırakın onu, bir görev sayanların kaderi, diyelim. Solculuk iddiası ve hatta komünist etiketiyle, her türlü kire bulaşabileceğine, ama hiç etkilenmeyeceğine inanan süpermenlerin sonu...

Didier Eribon, Almancaya apar topar çevrilen kitabında (“Rückkehr nach Reims”), neoliberal dönemin liberal soluna da yer veriyor. Komünist bir işçi ailesinin çocuğu yazar, yoksul anne ve babasının FKP’ye bağlılığını, yaşlı annesinin son dönemde Front National’e oy verdiğini hatırlatırken, aslında bugün artık iyice etkisizleşmiş durumdaki bu bir dönemin en etkili partisinin kaderini damgalayan sınıf dışı “ille de sol birlik” ısrarının etkisine dikkat çekiyor. Sol Birlik programı ve Mitterand’ın iktidara gelmesiyle komünizmin tasfiye sürecinin büyük bir adım attığı görüşündeki Eribon’un söylemediği, daha doğrusu söyleyemediği şey şudur: Komünist siyaset, üstüne vazife olmayan alanlara, hiç korunmasız bir biçimde girmiş, etkileyememiş ve etkilenmiş, sonra da o bataklıktan çıkamamıştır. Kurutamadığı bataklıkta erimiştir. Sınıf ve emperyalizm kavramlarının söylem dışı kaldığı bir sahnede, liberal kavramlar tasfiye edilen komünist siyasetin mezarına serpilen toprak olmuştur. Böyle anlayabiliriz.

Didier Eribon’un sözü geçen kitabından bir bölüm, hızlı ve fazla ferah bir çeviriyle, şöyle:

“François Mitterand 1981’de sol bir seçim zaferi umudunu gercekleştirdiğinde, sağlam komünist seçmenlerin dörtte birini kendi yanına çekebilmişti, ki o sıralarda komünist adaya seçimin ilk turunda oyların yüzde 15’i gelmişti (1977’deki yüzde 20’den sonra).  (...)

Ama solun zaferinden sonra ve komünistlerin hükümete katılması sonucu halkta siyaset sınıfı karşısında bir ayılma ve bıkkınlık  hali ortaya çıktı. İnsanlar, seçilmişlerin ihmaline veya hatta ihanetine uğradıklarını duyumsuyordu. 'Bütün politikacılar hep aynı. Solcu veya sağcı, hesabı hep aynı insanlar ödüyor.' Daha o zaman böyle cümleler duyulmaya başlanmıştı (annem de kendisiyle konuştuğumda hep bunu söylerdi). Gerçekten de: Sosyalist sol, yıldan yıla belirginleşen radikal bir dönüşüme uğradı ve sorunlu bir coşkuyla neokonservatif (yeni muhafazakâr-çn) aydınların kucağına oturdu. Bu yeni muhafazakârlar zihinsel yenilenme bahanesi altında, solun özünü boşaltmaya çalışıyordu. İş, ahlakın ve entelektüel koordinatların tam bir başkalaşımına geldi dayandı. Artık sömürüden ve direnişten değil, 'gerekli reformlardan' ve toplumun 'biçiminin değişitirilmesinden' söz ediliyordu. Artık sınıf ilişkileri ve toplumsal kader falan yoktu, 'birlikte yaşama' ve 'kişisel sorumluluk' vardı. Baskı düşüncesi, egemenlik sahipleriyle egemenlik altındakiler arasındaki bir yapısallaştıran kutuplaşma düşüncesi resmi solda söylem dışı kaldı ve onun yerine 'toplum sözleşmesinin' etkisizleştirici fikri oturtuldu. Bu sözleşme çerçevesinde 'eşit haklara sahip' bireyler (eşit? bu ne iğrenç bir şaka) tekil çıkarların ifadesinden vazgeçmek (yani susmak ve yönetenlerin keyfine göre yönetilmek) zorundaydı; öyle deniyordu. (...)

Eğer 'sınıflar' ve sınıf ilişkileri düşünme ve kavrama kategorilerinden, dolayısıyla siyasal söylemden kolayca uzaklaştırılsa,  bu, nesnel olarak bu sözcüklerin ardında yatan koşullarla ilişki içinde bulunanların tamamının kendilerini kolektif bir halde yarı yolda bırakıldığı duygusuna kapılmasına engel olmaz. Tersine: Bu insanlar, 'beraberliği', 'gerekli' deregülasyonu ve sosyal güvenlik sisteminin yine 'gereklilik sonucu' geriye doğru yapılanmasını savunanlar tarafından epeydir temsil edilmedikleri duygusu içindedirler.”

Didier Eribon ve son kitabı, böyle.

Buradan bize geçiş yapabiliriz. Tamam, eski bir yol arkadaşımızın eski günlerindeki bir kavramlaştırmasıyla “sıçrayamayacak kadar yüklü Avrupa komünizmi”, daha doğrusu Avrupa solu, demokrasi denilen tanımsız sermaye tankının altında kalıvermiştir de, bizde farklı bir şey mi olmuştur? Olmamıştır. Sınıfı, emperyalizmi, sosyalist bir iktidar kararlılığını, bilincini, bu hedefle örgütlenmeyi, sosyal demokrasiyle veya çeşitli etnik kültürcülüklerle değiştokuş eden Türkiye solunun elinde sosyalizm adına bir şey kalmamıştır. En acısı, ortada Türkiye kalmamıştır. Biz şu yaşanan bataklığa artık Türkiye diyebilir miyiz? 

Halk, işçi sınıfı bize bakmalıdır. Bize bakmalarını sağlayamalıyız. Nasıl?

Hadi geçmiş zamandan bir örnek verelim. 12 Eylül’ün şaşkınlığı içindeki iki genç devrimciden biri, diğerine SBF koridorlarında, “Halk bize bakmıyorsa, biz halkın baktığı yerde olmalıyız” demiş. Herhalde 12 Eylül öncesinin hareketli halkının etkisinde, biraz aceleyle söylemiş, fakat bugün artık bu ruh hali temelinden yanlıştır. Sözü geçen gençlerden fırlak zekâlı olanı bugün milletvekili. Sinemacılığındaki ilk sevimli denemesinde bu repliği bir sahnede kullanmıştı. Ama artık sosyalizmle, antiemperyalizmle, Türkiye’nin toplumsal kurtuluş projesiyle falan bir ilişkisi yok. Diğeri ise hâlâ bu toprakların kara yazgısının ancak sosyalizmle değiştirilebileceğine inanıyor: Halkın bizi görmesini, bize inanmasını sağlayacağız. Ancak bunu, onun gerici yönsemeleri önünde taklalar atarak yapmayacağız. Entelektüel şiddetin plebyen şiddetten daha önemli olduğunu bildiğimiz için böyle yapmayacağız ve rantiyelerle yolumuzu ayıracağız.

Dünya ve Avrupa solu gerçekten bir felaketin içindedir. Avrupa solu herhalde “Biz devrimciyiz, bize hiçbir şey olmaz, kirlenmemiz mümkün değildir, kirlensek de etkisi olmaz” diye diye kendini unutacak ve siyaset sahnesinden silinecek kadar pervasızlaşmış, gücünü kanıtlamak ve sahneyi zorlamak yerine, sermayenin zübüğü olmuştur. Bu, bizim tanımadığımız bir kader değil.

Solculuk adına, devrimci sola kirlenme dersleri verenlerin, gerçeklikteki hijyen değerleriyle mevcut sol bünyenin bağışıklık değerlerini birlikte düşünmeyi bile reddetmeleri anlaşılabilir. Sığınacak çatı arayanları zaten tutamazsınız. Komünist ilkeleri hep ayak bağı görmek, mesleğin temel hastalığıdır. Bahanelerini de “sekterlerden” bulmayı iyi bilirler. İçimizdeki sağın oyunları bitmez ki... 

Şöyle söylemiş olalım: Sosyalist siyaset, daha doğrusu sosyalizm için siyaset, uygun hijyen koşullarını beklemek değildir. Kendi bağışıklık sistemiyle, ki bu sadece sınıfın kitlesel (plebyen) gücünü değil en az onun kadar önemli entelektüel aşkınlığını/şiddetini de içerir, ülkedeki toplumsal krizin yapısı arasında bağlar kurmak zorundadır. 

Mafyadan veya faşist-dinci çetelerden daha mı atak ve/veya “şedid” olacaksınız? Onların hesapsızlığını sola yapıştırmak, eski numaradır.  

Belli, iyi düşünülmüş ve her zaman sosyalizme hizmet eden hedeflere birlikte yürümek iyidir. Avrupa’dan o kadar uzak olmadığımızı hep söylüyoruz: Sosyalizme karşı üretilmiş ve sosyalizmi tasfiye etmeyi amaçlayan yapılarla iç içe geçmenin sonucu, 40 yıl önce Fransa-Almanya-İtalya hattında siyaseti belirleyen komünizmin bugün tüm partileriyle tasfiyesi olmamış mıdır?

Azınlıktayız, bunu kitle desteğine çevirmek istiyoruz. Ama ilkelerimizden ve sosyalizm hedefimizden (“Hemen, şimdi, acil sosyalizm!”) taviz vermeyeceğimizi açıkça ilan ederek sokaklardayız. Bir haftada bir ülkenin tüm çehresinin nasıl değişeceğini, 2013 yılının son mayıs günleriyle ilk haziran günlerini karşılaştırarak görebiliriz. Yaşadık üç günde tüm dengelerin altüst olabileceğini...

4 Eylül mitinginin birçok anlamından biri de herhalde budur.