Sistem çöküyor, ya Türkiye?

Çöküş en zenginlerde de tartışma konusu. Henüz önlem alabilecek durumda değiller, yangına körükle gidiyorlar ve bunun bizi ilgilendiren yanı çok fazla. En alt kattayız çünkü.

Avrupa’nın en sağlam kaleleri bile tir tir titrerken, Türkiye’nin egemenlerinin, yani AKP öncülüğündeki gerici koalisyon (“iktidarda bir avuç zorba”) ile bunun toplumsal tabanını oluşturan dinci-milliyetçi acentaların, dizginleri tümüyle elden kaçırması kadar doğal bir şey olamaz. Bırakın bizim gibi yoksulları, en zenginler bile şaşkın.

Zengin mutfağındakilerin bağırdığı ve bizim burada sadece yinelediğimiz şey, şu: Dünya sistemi doludizgin bir çöküşe, yıkımla sonuçlanacağı kesin bir patlamaya gidiyor. Bu sistemin ödüllü bir avukatı Eric S. Maskin, iki hafta kadar önce günlük ekonomi gazetesi Handelsblatt’a verdiği mülakatta gelinen noktayı özetleyiverdi. 2007 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Prof. Dr. Maskin, küreselleşmenin küçük bir elite yaradığını, bunlara korkunç bir servet kazandırdığını, Üçüncü Dünya da denilen yoksul ülkelerin ise küresel eşitsizliğin altında kaldığını hatırlattı. Bunu söylemek artık bir demokratlık veya bilimadamlığı anlamına gelmiyor. Herkes söylüyor. Nitekim 64 yaşındaki iktisatçı, kendisinden bekleneceği gibi, küreselleşmeden zararlı çıkan geniş yığınlara “eğitim” dışında bir çözüm önermedi. Prof. Maskin söylemese bile, bu tabloya bakarak dünya sisteminin uçurumun kenarında dans ettiğini görmek zor değil.

Özellikle Avrupa’da durum vahim. Doğusunda kanlı içsavaşların, içeride de toplumsal cepheleşmelerin yayıldığı ve aniden yepyeni yangınların ortalığı sarıvereceği bir kıta artık burası. Krizin bir patlamayla toptan çöküş halini alması kimseyi şaşırtmayacak.

Şaşırtmayacağını iki deneyimli ama hâlâ genç sayılabilecek Alman araştırmacının art arda çıkardıkları kitapların “bestseller“ listelerine girmesinden ve satış rekorları kırmasından da anlayabiliriz. Matthias Weik ile Marc Friedrich, 2012’de küçük bir yayınevinde bastıkları ve kendilerini de şaşırtan bir hızla listeleri altüst eden, hemen de daha büyük bir yayınevine transfer olarak yüz binlerce basılan “Der grösste Raubzug der Geschichte” (Tarihin En Büyük Yağması) kitabından sonra, bu yaz başında piyasaya “Der Crash ist die Lösung” (Çöküş Çözümdür) başlıklı çalışmalarını sürdüler. Bu, hemen çok satan kitaplar listesinin ilk sıralarına yerleşti ve Der Spiegel listesinde geçen haftayı üçüncü sırada kapattı. Yüz binlerle ifade edilen, milyonları gözeten bir ilgi ve satıştan söz ediyoruz.

Tezleri haftalık muhafazakâr ekonomi dergilerine kapak konusu olan ikili, çöküşün kaçınılmaz, çünkü finansal sistemin mantıki sonucu ve yaşanan tıkanıklığa da yegane çözümü olduğunu ileri sürüyor: “Mevcut sistem içinde bir iyileşme ve çözüm yok.” Önüne geçilemez bir hızla büyüyen, daha doğrusu şişen dünya banka sistemi, devlet borçlanmalarında tüm sınırların aşılması ve merkez bankalarının son 20 yılda tarihin görmediği hacim ve oranda bir parayı finans sistemine pompalaması, sonuçta öyle bir anafor oluşturmuştur ki, bu anaforun çekiminden uzak durmak artık hiçbir babayiğidin harcı değildir. Şişen bu balonun patlaması, kaderdir.

Weik ve Friedrich girilen yolun başına da dönüyor. Sağcı Ronald Reagan ile “solcu” Bill Clinton'ın art arda 80’lerde ve 90’larda yaptıkları birbirlerini tamamlayan acil yasal düzenlemeler, bugünkü para seli için baraj kapaklarının açılması anlamına gelmişti. Kapitalizm dışı bir arayışları olmayan iki yazar da, Reagan ve Clinton’ın yasal düzenlemeleriyle bankalara sınırsız para yaratma olanaklarını bizzat sağladıklarına dikkat çekiyor. Dünya sisteminde, ki biz burada Türkiye’nin altını özellikle çizebiliriz, şu anda karşılıksız trilyonlarca dolar yatıyor. Dünya ölçeğinde somut mal ve hizmet için harcanan her 1 dolara karşı, finansal yatırım formunda yaklaşık 70 dolar dolaşımda bulunuyor. Bir avuç aileyi tarihte eşine rastlanmamış bir servete kavuşturan bu sistemin, bütün ekonomileri bir yıkımın eşiğine getirdiğini açıkça ifade eden Weik ve Friedrich için asıl önemli mesele şu: Yeni krizlerin denetlenmesi mümkün değil. Kriz yönetimi falan tam bir hayal.

Demek ki sadece sosyalistler değil, sosyalizmden pek hoşlanmayanlar da acı gerçeği, gelinen yıkım noktasını itiraf etmek durumunda. İşte Türkiye bu oyunların tam ortasındadır ve boyutları itibariyle kolayca yıkıma terk edilebilir.

Weik ve Friedrich’e göre, dünya finans endüstrisinde deliliği bile masum bırakan spekülasyonlar, sorunun köklerinden sadece biri. Bir başka kök, “faizin faizi” tuzağı. İki Alman araştırmacı da açık sözlü: Borç sarmalından Almanya gibi Avrupa’nın sahibi bir devin bile kendini kurtarması mümkün değil. Sadece bazı aileler korkunç boyutlarda irrasyonel servet sahibi olmakla kalmıyor, vergi gelirleri artmasına ve hatta rekor kırmasına rağmen, sistemin çılgınlığına kapılan neoliberal devlet sürekli borçlanıyor.

Demek ki, enflasyonu da aratacak bir mülksüzleştirme dönemine giriyoruz. Servetler eritilecek. Ama nasıl?

Bu yeni gasp dönemi, zengin aileleri değil, geniş halk yığınlarını vuracak.

Gelinen nokta şu: Türkiye’nin tüm ekonomik yapısını belirleyen Almanya’nın veya ondan daha az etkili zengin ülkelerin, borçlarını normal yollardan geri ödemesi falan hayal bile değil. Böyle bir şey olmayacak. Alacaklarına ise şahindirler. Pratikte özellikle geniş yığınları yerle bir eden büyük bir mülksüzleştirme, borçların üstüne yatma operasyonu gerçekleşecek. Doların mal ve hizmet karşılığı yok, ama bu değersiz kağıt parçalarının ödeme gücünü koruyan Amerikan, NATO, AB silah ve postalları var.

Dünya finans sisteminin çökmesi, bu nedenle askeri bir cepheleşme ve iç siyasette baskıcı rejimlerin güçlendirilmesi demek.

Dünya ölçeğindeki bir ekonomik Fukushima’nın, ki biriken karşılıksız dolarları gerçekten de sadece dev ötesi bir tsunami ile karşılaştırabiliriz, merkezden önce çevredeki ülkeleri vuracağı kesin.

Kendimize bakabiliriz: Türkiye ekonomisi duvara çoktan vurdu. Şimdilerde parçalarının dağılması ve sayılması sürecinden geçtiğini söyleyebiliriz. Hani filmlerde ağır çekimle gerçekleştirilen sahneler olur ya, onun gibi bu iş birkaç ay da sürebilir birkaç yıl da. Bıçakların art arda halkın sırtına inmesi an meselesi. Ama en iyimser hesaplar bile artık her anlamda bir parçalanma sürecine girdiğimizi gösteriyor. Eh, birilerinin merkezdeki zenginlerin “kârdan zararlarını” elbette karşılaması gerekecek.

Dünya ekonomisinin duvara vurduğu, bir patlamalı çöküşün kaçınılmaz olduğu yolundaki saptamalar, Avrupa’nın bu merkezi ülkesinde ve en muhafazakâr devlet televizyonlarında bile geniş belgesellere dönüşmüş durumda. Koca kıtayı sanayisizleştirmeyi başaran, ama kendisi bir ağır ve kilit sanayi merkezine dönüşerek diğerlerinin sırtından krizi rahatça atlatabileceğini sanan Almanya ve “idarecileri” sürekli sinyal veriyor.
Türkiye’nin nasıl paramparça olabileceğini, dışarıdaki bu tür incelemelere bakarak da söyleyebiliriz. Hesaplarını, anlamsız CHP kurultaylarında insanın içini boğan cilveleşmelerin devam edeceği, Türkiye’nin ise kendi yolunu rahatça bulacağına inanarak yapan varsa, yani her şeyin bir biçimde yoluna gireceğini düşünerek politika öneren varsa, bu enkazın önce onların üzerine yıkılacağını şimdiden kaydetmiş olalım.

Bu felaketin farkına bir avuç sosyalistten başkasının vardığını söylemek zor. Ama felaketi görmek başka, bu çöküşten büyüyerek ve sermayeyi vurarak bir devrimci dirilişle çıkmak başka. Analiz zamanını geçtik, çöküş sürecinden nasıl ve ne büyüklükte bir Türkiye ile çıkabileceğimizin ortak planını hazırlamak zorundayız.

Yoksa Doğu Avrupa’daki, Yugoslavya’daki, Rusya’daki “hep doğruyu söyleyen, çöküşü anlatan” solculara benzeriz. Bugün cenazelerini kaldıracak adam bulunmuyor. Onların kaderini gecikerek yaşarız.

Oturup bir plan hazırlamalıyız. Birlikte. Şu CHP’yi, HDP’yi falan kendi kaderlerine terk edip...