Seçimin galibi belli

Seçimin sonucu belli. Belki bu sandık oyununun hiçbir önemi olmadığı için sonuç belli.

Ama biz şimdiden söylemiş, aslında da son bir kez yinelemiş olalım: 1 Kasım gecesi sandıktan tek bir siyaset zaferle çıkacak ve bu, “sosyalizme karşı birleşik cephenin” zaferi olacak. Sosyalizmin imkânsızlığı üzerinde görüş birliğine varmış bu topluluk, en fazla bir intihar bombacısını hatırlatmaktadır. Biz 1989 yazından beri böyle zaferlere çok tanık olduk. Üçüncü Dünya Savaşı olarak nitelenen günümüzün içsavaşlar ve “kavimler göçü” ortamında, böyle bir zaferin ek bir anlamı olmayacaktır.

Türkiye tam bir belirsizlik batağında ve bunu bilmeyen ya da açıkça ifade etmeyen de yok gibi.

Peki, bu ülkenin iki adım ileride başına neler gelebileceğini bilmeyen, ama kesin bir felaketle karşı karşıya kalınacağını fark eden kamuoyunun, herhangi bir derde, kendi derdine, deva bulacağını iddia edebilen var mı? 

Pek yok.

Şu olur: Önümüzdeki hafta, sonuçları bir süre sonra algılanacak şekilde bir büyük fay hattı kırılır, bu kırılma küçük fay hatlarında da yeni kırılmaları tetikler ve tüm bu coğrafya, normal koşullarda, Balkanlar’ı ve Batı’nın “Ortadoğu” diye kodladığı topraklarda yaşananları gölgede bırakacak bir felaketler dönemine giriş yapar. Türkiye coğrafyasında bir “kara delik” açılır... Oraya çıkıyor bu yol...

Kimse 1 Kasım'daki sandıktan ciddi bir sonuç beklemesin.

Gerçekten aydın kalmayı arayanlar ise, bu büyük rezalete sosyalizm adına kafa tutan bir avuç devrimciyi/komünisti bir kenara yazsın... Tek sosyalist müfrezeyi... Daha doğrusu, piyasada her yola gelebilen tüm sol cemaatlerden farklılaştığı için parti ısrarını koruyabilmiş o komünist direnci. Entelektüel şiddeti. İyi.

İyi ve biz “Sosyalizme Karşı Birleşik Cephe”nin, er ya da geç kırılacak büyük ve küçük fay hatlarının gerçek ve tek tetikçisi olduğunun yığınların zihnine kazınacağını da eklemiş olalım. Felaketimizden, bu cepheyle ve/veya bu cephenin falan ya da filan parçasıyla bir biçimde cilveleşen tüm unsurlar, elbette her tür “sol cemaat” de sorumludur. Sadece buradaki yazılarımızda müfreze olarak geçen bir direniş örgütü, KP, bu sorumluluktan muaftır. Çünkü bu gerici cepheye, “David and Goliath”ı (Davut ve Calut) anımsatırcasına, cepheden savaş açmıştır.

Birleşik cephenin “sol kanadı” sıkış tepiş bir görünüm arz ediyor: Yıllanmış ortodoksi karşıtları, reel sosyalizmin hiçbir başarısını kabullenmeyen her türden “kimlikçi”, Syriza’ların, HDP’lerin kapısında taklalar atıp statüko kırdığını zanneden ve herkesi de siyasetten kaçmakla suçlayan kullanışlı “genç politikacılar”, bir o yana bir bu yana “yanaşmayı”, hep bir gölge aramayı sol siyaset sanan, sosyalizmin tarihini bir ölçek ve ders olarak görmemekte direnen “militanlar”... Oysa...

Oysa Türkiye, başkalarına benzemeyen bir felaketin içine koşuyor. Haritaya bakın: “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” bu coğrafyada bir kara delik açıldığını ve bunun çevresini nasıl yutacağını düşünün. Ne Balkanlar, ne Suriye, Mısır, Libya ya da Ukrayna ve Afganistan... Bunların hiçbirine benzemeyecek bir anafor çıkacak ortaya...

Ne olacak o zaman?

Buna tek ortak yanıt, bizim dışımızda, “sosyalizm mümkün değil” saptamasıdır. Açık ve gizli/utangaç sosyalizm düşmanlarını bu ortak “imkânsızlık” paydası birleştiriyor. CHP ve HDP için bile, üstelik solculuk adına, çalışabiliyorlar. Medine Sözleşmesi’ne gelip dayandılar. KP, yüzlerine ayna tutuyor; bir rahatsızlık verdiğimiz anlaşılıyor.

Her ne olursa olsun, mesele şu: Sosyalizme karşı birleşik cephe de 2 Kasım sabahından itibaren parçalanmaya başlayacaktır. “Türkiye’de kurtuluş ve yeniden kuruluşu sadece sosyalizm ve sosyalist bir hükümet programı gerçekleştirebilir. Sosyalist program günceldir, acildir, mümkündür” demeyen her kesim, bu krizden sorumludur ve birbirlerinin ayağına basarak, yer yer boğazlaşarak “her koyun kendi bacağından asılır” sloganı eşliğinde kendilerini bu kara delikten sıyırmaya çalışacaklardır.

Demek ki, kara delik yolundaki Türkiye’nin bu konumundan sorumlu cephe (AKP-CHP-MHP-HDP veya “Sosyalizme Karşı Birleşik Cephe”) ile böyle bir rezalete sonuna kadar ve etkisiz kalacağı düşünülmemesi gereken bir kamuoyu çalışmasıyla karşı çıkan devrimci müfreze, Komünist Parti, karşı karşıyadır.

Yüksek yoğunluklu nihai içsavaşın ne denli yakıcı olacağını Ankara’daki 10 Ekim katliamıyla yaşadığımız bir süreçte, felaketin kurucu babalarıyla, buna direnenler yeniden kurgulanacaktır.

Anlaşılan, devrimci durumun yeni bir aşamasındayız. Böyle bir ortamda sosyalizm inadını ve ısrarını satmayan o müfrezenin, Komünist Parti’nin, anlamı yeniden değerlendirilecektir.

Fakat bizim anlatamadığımız bir şey var.

O da şu: Sol, daha doğrusu komünist siyaset, öncelikle düşünsel ve jakoben bir aşkınlıktır. Bir yanıyla, Henrik Ibsen’in unutulmaz “Bir Halk Düşmanı” ile akrabadır: Suyun mikroplu olduğunu turizmden yaşayan şehrin yönetimine ve halka anlatmaya çalışan ama “halk düşmanı” olarak damgalanan Dr. Thomas Stockmann gibi. Mehmet Kuzulugil bir süre önce soL’da kim olduğumuzun altını çizdi, “halkla kavga etmeyi bilmemiz gerektiğini” hatırlatırken. Devrimci, kurtarmak için canını oraya koyduğu halkla da çatışmayı bilen insandır. Çünkü akılcı ve doğru bir çoğalmanın güçlenerek çıkılmış yalnızlıklardan geçtiğini en iyi devrimci ve kolektif sol akıl kavrar. O nedenle, bu aşkınlığı taşıyamayanlarla “Valla kandırıldık” diye ağlaşan “Belge’li Birikim döküntüleri” arasındaki farkın resmen silinmesine, bu yükü bazen küçük bir müfrezenin omuzlamasına şaşırılmamalıdır. Modern devrim tarihi böyle bir süreçtir.

Büyük kırılmalara ve yeni birlikteliklere hazırlanıyoruz. Fırtınada ve çöldeyiz, mataramızda tuzlu su. İyi.