Şanzıman meselesi

Eskilerin deyişini kullanalım: Tarzan, artık ne kadar Tarzan’sa, zor durumda. Erdoğangiller iktidarından söz ediyoruz. Hani şu sıralarda gitmesi için diğer Erdoğanların da çok çaba harcadığı iktidar kapısından. Liberal, sosyal demokrat, hatta daha bir ulusalcı versiyonlarının kapıda sıra beklediği bir iktidar oyunu bu. Tayyip Erdoğan gidecek. Gidecek de, yerine ne gelecek? Mesela Kemal Derviş’ten aldıkları ve “başarıyla sürdürdükleri” politikayı, yeni rötuşlar için, tekrar bizzat Derviş ve adamlarına mı teslim etmek zorunda kalacaklar? Ne olacak?

Hepsi birden büyük bir oyunun parçası. Plütokratlar iktidar koltuğu sayesinde iyice şiştikçe, geniş yığınların acısını ve değişiveren yönelimlerini önceden saptamakta daha bir güçlük çekiyor. Zenginlik öyle bir körleştiriyor ve sağırlaştırıyor ki bunları, büyük çoğunluğun acılarını değil anlamak, algılamak bile mümkün olmuyor. İktidar oyununun böyle bir yan etkisi var. Yönetenleri yönetilenler karşısında duyarsızlaştırıyor. Sosyalizm tarihinin ideolojik diye bir kenara atılan geniş teorik, kültürel tartışmalarını, biraz da bu duyarsızlıkla mücadele ısrarının doğurduğunu geçerken hatırlamış olalım.

Derdimizi somut bir örnekle daha rahat anlatabiliriz: Soğuk Savaş yıllarında, tarihin ünlü komünizm düşmanlarından George F. Kennan bir çıkmazın farkına erken varmış ve bunu 1948 şubatındaki bir iç yazışmada açık yüreklilikle itiraf etmişti. ABD’nin dünya zenginliğinin yüzde 50’sine sahip olduğunu, ama dünya nüfusunun sadece yüzde 6.3’ünü oluşturduğunu belirmişti Kennan ve bu durumun yaratacağı hasetin, kıskançlığın, kaçınılmaz olarak ABD’yi bir hedefe dönüştürdüğünü hatırlatmıştı. Halklar arasında ABD lehine açılan bu refah makası, ulusal güvenliği vuran bir şeydi. Oligarşi veya “demir ökçe”, dışarıda ve içeride tabansız kalmaktan korkuyordu. 2005’te, galiba “dünyaya kazık çakma” hesapları yaparken, 101 yaşında ölen Kennan, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ve SSCB tehdidi karşısında gerçekçi olmayı önermiş, ABD yönetiminin kendi kendisini aldatmaması gerektiğine dikkat çekmişti. 1946’daki “uzun telgrafı” da emperyalist ideolojiye içkin ahmaklıkla sermaye lehine mücadele çabası gibi görünebilir. Sonuçta “serbest ticaret” öneriyor ve Hitler tarzı askeri zorbalığın dışında bir ekonomik iktidarın ABD için çok daha yararlı olacağını savunuyordu. Böyle acımasız hizmetkârlar sayesinde ayakta kalabilen bir dünya sistemi içindeyiz...

Bu kadar geriye şunu görmek için gittik: Aslında anlatılan Erdoğangillerin hikâyesidir. Kennan ve benzerleri, yönetici zenginlerin sürekli baskıyla sonuç alamayacaklarını biliyordu. Ama zenginlere musallat olan bu körleşmeyle de sürekli mücadele edilmesini öneriyordu. Nitekim Erdoğan takımının huzursuz oyuncularından Bülent Arınç geçenlerde baklayı ağzından çıkarıverdi. Halkın kendilerinden nefret ettiğini gören AKP’liler var. Ankara ve Erdoğan pervasızlığı, artık oligarşi için bir tehlikeye dönüşmüş gibidir.

 O nedenle Almanya Avrupası, ki özellikle Almanca medya yakından izlenirse çok rahat görülüyor, AKP’nin ipini çekeli çok oldu. Aradaki benzerliklerden tedirgin oldukları iddia edilebilir. Ortada bazı paralellikler var.

Gerçekten de Erdoğan takımının büyük zenginliği bir soruna dönüşmek üzere ve Almanya’nın yaşlı kıtadaki konumunu hatırlatıyor.  AKP’nin rant ekonomisi ülkeyi çöküşün eşiğine getirmiş, eski laik ve yeni dinci zenginlerin dışında çok geniş bir yoksullar katmanı yaratmıştır. Bu sistemi yürütmek bu koşullarda mümkün değil. Ya Avrupa Birliği?

AB denilen bu kolektif emperyalizmi yürütmek de mümkün olmaktan çıkıyor. Yani AKP hedef oluyor ve sallanıyor da, AB’ye egemen iktisat politikaları ile bu politikaların semirttiği zenginler hedef olmuyor mu? Örneğin, kriz her geçen gün daha derinleşir ve İspanya, Portekiz,  İrlanda, Kıbrıs ile Yunanistan’da patlamanın eşiğine gelirken, İtalya ile Fransa’nın da bu kriz anaforuna kapılmasına ramak kalmış değil midir? Bu arada Almanya’nın dünya dış ticaret fazlası rekortmenliğini yine bırakmaması ve Avusturya, Hollanda gibi komşularıyla krize rağmen görece daha rahat bir dönemden geçmesi, kendisini hedefe dönüştürmüyor mu? Yunanistan’ın GSYİH’sı 2008’den bu yana yüzde 30 gerilerken, bu felaketin temel sorumlusu kabul edilen Almanya vergi geliri ve ihracat rekorları kırıyor. Alman halkının payına bu zenginlikten bir şey düşmese de, ülkedeki plütokrasi işlerin iyi yürüdüğünden emin.

Merkel politikalarının periferideki tuzağa verecek bir yanıtı bulunmuyor. O nedenle ciddi çatırtılar duyuluyor.  

Demek, Erdoğan ve Ankara siyaseti başdüşman gibi algılanırken, Avrupa içinde, özellikle çöken Yunanistan nedeniyle, kıtadaki büyük yoksul çoğunluk nezdinde Angela Merkel ve izlediği sıkı tasarruf politikası ana hedefi oluşturuyor. Avronun sadece Berlin’e yaradığı, “periferiyi” ise felakete sürüklediği, artık genel bir kabul. 

Mesela İtalya gerçekten de sıradaki ülke: Syriza’nın cilvelerini hatırlatmadığı pek söylenemeyecek olan ve Berlusconi’nin çürümüş çeteleriyle işbirliği içinde günü kurtarmaya çalıştığı anlaşılan Matteo Renzi “tayfası” da bir  çare değil. İtalya’nın kriz batağını Avro Bölgesi’ne taşıması, sadece bu bölgeyi değil tüm AB’yi dağıtabilir.

Yani Erdoğangiller “şanzımanı dağıtıyor” da, AB’nin şanzımanı sağlam mı kalıyor? Çok daha beterine Avrupa demokrasisi de hazırlanıyor. Hele Avrupa’nın sosyal demokrasisi ve sivil-yeşil güçleri: Şu çok övdükleri Erdoğangilleri Türkiye’nin başına bela etmekte birinci derecede rolleri olanlar. Hepsi sallanıyor.

Bu oyunun ısrarla dışında kalmayı öneren sosyalistlerin neden ciddiye alınması gerektiği ortaya çıkıyor. Türkiye’de sosyalizmin güncel bir olanak olduğunu kaydeden sosyalistlerin ve ilerici güçlerinin, Birleşik Haziran’ı unutmaması ve unutturmaması, şu kısa vadedeki en önemli bir kazanım.

8 Haziran’da Birleşik Haziran’ın ne anlama geleceğini, en çok ona hele de solculuk adına karşı çıkanlar öğreniverecekler.