Marabalar üzerine at pazarlığı: Demokrasi?

Sanki bizi haklı çıkarmak için özel çaba gösteriyorlar. Angela Merkel ve Recep Tayyip Erdoğan’dan söz ediyoruz. Malum, bunların birbirinden köklü bir farkı olmadığını yazıp duruyoruz. Ne acı, dört yıllık üniversite diplomasını gösteremeyen, muhtemelen de öyle bir belgesi olmayan, ama buna rağmen yasaları göstere göstere çiğneyip en yüksek makama çıkabilen bir Kasımpaşalı ile akademik kariyerine itiraz edilemeyecek bir fizik doktoru arasında, bu küresel siyasette köklü bir fark göremiyoruz. Eşitleniyorlar. Bayağılık, eşitliyor...

Gerçekten de, şu anda izledikleri politikalara bakılırsa, renk tonları gibi nicel ayrımlar dışında, neredeyse “hık demiş birbirlerinin burnundan düşmüşler”...  Halka veya seçmen kitlesine bakışları, bu kitlenin şu ya da bu dinin etkisindeki diz çökmüşlüğü vs. siyasetin küresel çağdaki genel değerini ortaya çıkarmış sayılabilir.

Halklarını aldatmaya çalışan, bunun için geri adım atmadıkları mesajı vermeye çalışan iki siyasi gerici lider... Halklarının önemli bir kesimi arkalarında... Ama halkların düşünsel zavallılığı kadar bu iki liderin ve kadrolarının düzeysizliği de birbirlerine çok benziyor.

İsteyen şu son bir haftada iki başkentten yayımlanan hükümet açıklamalarına baksın.  Düzeysizlikte hangisi hangisini geride bırakıyor acaba?

Angela Merkel, her an iktidardan düşebileceği bir ortamda, Ankara İslamcıları karşısında geri adım atmadığı mesajını yayarak Erdoğan ve tayfası önünde diz çöküyor. Alay konusudur. Partisi bile parça parça dağılıyor... Nasıl bunları bir arada tutacağını bu eski fizikçi de bilmiyor.

İslamcı Ankara da Berlin’den elindeki mülteci şantajını kullanarak sözde bir vize kolaylığı koparıyor; ama bunu ayaklarının altındaki toprağın kaydığını görerek, büyük bir korku içinde yapıyor.

Halkların direnç sinirlerini tümüyle aldıklarına, bu duyarlığı dağladıklarına, artık herhangi bir dirençle karşılaşmayacaklarına inanıyorlar. Ama kendi kadroları içinde bir iç savaştan da çok korkuyorlar.  O savaşların çoktan başladığını görseler de kabullenmek istemiyorlar.

Angela Merkel her an burun üstü düşebilir, dedik. Düşüş açıkça dün akşam başladı. Pazar gecesi açıklanan Doğu Almanya’nın kuzeyindeki sahil eyaleti Mecklenburg-Vorpommern’deki eyalet meclisi seçimlerinde Merkel’in partisi CDU sağ popülist AfD’nin (“Almanya için Alternatif”) gerisinde kaldı ve Alman siyasetinde bir büyük kopuş sahneye çıktı.  Demokratların işgalindeki Sol Parti dahil her partinin kaybettiği, AfD’nin ise bir anda ikinci sıraya oturduğu bir seçimdi. Merkel’in kendisini toparlaması çok zor. 

Bize bakalım: En çirkin bir oyun, bu yaz başından beri Berlin’de sahnelenen “Ermeni Kararı”. Emperyalist savaşın birbirine kırdırdığı halkların acılarını birbirlerine karşı aradan asır da geçse kullanmakta kararlı olan bir emperyalist hırs ve bilinçten söz ediyoruz. Ülkeleri anomali ilan etmek artık kolay. Yugoslavya’dan beri görüyoruz: Türkiye’nin “tarihsel bir anomali” olduğunu ilan etmeye çalışanlar, içerideki Ermeni, Rum ve Kürt düşmanı milliyetçilerin desteğiyle, ellerinin hiç tutulmadığını görüyorlar. Ama ya bu bumerang kendilerini de vurursa? “Türkiye’nin bir 'Hıristiyan Soykırımı' üzerinde yükselen cumhuriyet olması”, Anadolu’nun paramparça edileceğine yönelik bir niyet bildirimidir. Papalık imzası da taşıyor, ama bunlar “şişede durduğu gibi durmaz ki”... Çok ağır yan etkileri olur, eğer öldürücü bir geri tepmesi yoksa...

Kuşkular bitmiyor.

Krizden ve bütçe ile dış ticaret fazlasından (ek bir sermaye birikiminden) başını alamayan Angela Merkel, içerideki kesin sayısı bir türlü açıklanamayan Müslüman kaçaklarla, ki son bir yılda bunların sayısı bazı çevrelere göre 1.5 milyonu aşmış durumda, Alman sağını elinden kaçırdığını gözlüyor. İçeride ne zaman patlayacağı belli olmayan 5 milyonu aşkın Müslüman bir yoksul “halk grubu” var. Haftalardır ilk iki gündem maddesi “burka” ve “Erdoğan” olan Alman halkı, içindeki bu yeni yoksulların sıkıştırmasıyla endişeli. İslam ve Müslümanlarla cepheleşme ilerledikçe,  neoliberal refahın kaybeden milyonları (“tutunamayanlar”), sayıları hızla artan yoksullar, etraflarındaki ateş çemberinin iyice daraldığını düşünüyorlar. Sadece denize düşen değil, böyle ateşle kuşatılan da yılana sarılmaz mı? Öyledir.

Göreli yoksulluk, Almanya gibi biriken parayı ne yapacağını bilemeyen bir “neoliberal oligarklar kulübündeki” tüm hesapları altüst ediyor.

AB plütokrasisinin tepelerine “tokluk sıtması” olarak yansıyan bu refah krizinde, Erdoğan’ın elindeki milyonlarca mültecinin sadece bir kısmını Almanya yolunda serbest bırakması halinde, Berlin’deki hükümetin bir ay bile ayakta kalacağına inanan kalmadı. Büyük bir krizin eşiğinde Alman siyaset sınıfı. Tabii sermaye sınıfı da...

Avrupa ağır bir krizden geçiyor.

Avro Bölgesi çatırdıyor.

AB, Brexit sonrasında zaten durulacak gibi değil.

AB’yi tasarruf politikaları cenderesine sıkıştıran ve çevre ülkelerden süzdüğü yağı da kendisinde biriktiren Almanya’nın çevresini, Avusturya başta olmak üzere, hızla sağ popülist hükümetler kuşatıyor. Bunlar ya iktidar ya da iktidar adayı konumundalar. Yani AfD Berlin’de iktidar oyununun bir parçası olmadan önce, benzerleri çevre ülkelerde ya iktidar adayı ana muhalefet ya da hükümet sorumluluğu üstlenmiş durumda.

Berlin’de  iktidarı zorlayacak bir AfD’nin önü açılalı çok olmuş. Ama bu, ihracat üzerine kurulu Alman ekonomisinin ağır darbe almasını beraberinde getirecektir.

Darmaduman olmuş İslamcı Ankara, yarım akıllı tüccar imamlarıyla, bu kırılmanın sinyallerini almış görünüyor. Vizesiz seyahat  gibi, sadece bir avuç tuzu kuruya hizmet edecek  bir uygulamayı zafer diye halka yutturmaya çalışıyor. O karar çıktığında Türkiye’yi önce yüz binlerce Kürt asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının terk edeceğini sağır sultan bile duydu.  Özellikle Almanya’daki Kürt siyaseti “Bizimkiler yolda, valla geliyorlar!” işareti veriyor. Hafta sonunda Köln’de yapılan HDP ağırlıklı miting bir süre önceki AKP mitinginden daha canlı ve kalabalıktı gözlemcilere göre.

Ankara mülteci şantajıyla Merkel’i yola getirdiğini sanıyor.

Berlin de en az Ankara kadar ne yaptığını ve ne söylediğini bilmiyor. Hükümet Sözcüsü Steffen Seibert’in parlamentonun Ermeni Kararı ile ilgili talihsiz açıklaması bir Ankara tevilinden çok mu farklı? Zırva her başkentte tevil götürebiliyor demek ki. “Parlamentonun aldığı Ermeni Kararı’nın hukuki bağlayıcılığı yoktur” diyerek acaba hangi sermaye kesimine sinyal verilmiş oluyor?  Adamlar “Canım, halkın gazını alıyoruz işte! ” demiyor da başka bir şey mi diyor?

Asıl mesele şu: Hükümetin bu kararı üstlenmesi halinde tazminat yükümlülüğü altına gireceği yolundaki yorumları veya haber unsurlarını, siz hiç yerli veya yabancı medyada geniş biçimde okuyabildiniz mi?

Mülkiyet, kapitalizmin en kutsal kalesidir. Belki de tek kutsal kalesidir. Soykırım varsa tazminat yükümlülüğü de doğar, zaman aşımı yoktur ve varlığınız da, eğer tazminatın altından kalkabilecek gücünüz bulunmuyorsa, ortadan kalkar. Soykırım cumhuriyetinin yaşatırlar mı? Berlin hükümeti neden parlamentonun aldığı bir kararı aynen ve bütün sonuçlarıyla üstlenmiyor? Yoksa hükümet kararı olmayınca, uluslararası mahkemeler açısından ağır tazminat gerektirecek bir sorumluluk üstlenmeyeceğini mi düşünüyor?

Erdoğan’ın güncel şantajı mı asıl derdi?

Berlin, Osmanlı Genelkurmayı’nın efendisi Friedrich Bronsart von Schellendorf eli ve aklıyla 100 yıl önce bizzat sahnelediği bir halk katliamındaki rolü nedeniyle, Ankara’nın gücünü ve hatta varlığını aşan bir durumda, tüm tazminatları üstlenmek zorunda kalacağını, uluslararası mahkemelerin bu doğrultuda karar almasına engel olamayacağını düşünüyor olmalı. O nedenle mi bu yollara tevessül ediyor? Yahu, bizim, VW ile Apple üzerinden ABD ile Almanya Avrupası’nın (AB) hesaplaştığını görmediğimizi mi sanıyor bu sermaye?

Sırf bu nedenle bile daha kalıcı, daha güçlü ve daha yaygın bir sol medya grubuna ihtiyacımız var.

Misal: Ermeni ve Rum kırımının altında demokrasinin veya demokrasi tanrısına tapmayı solculuk sanan demokratların falan değil, şu veya bu sermaye grubunun hesaplarının yattığını, bunun uluslararası anlamını ve Türkiye’yi nasıl tarihten sileceğini açıkça anlatabilmek için, her renk Türk milliyetçisinden uzak sosyalistlerin neden hep haklı olduklarını kanıtlayabilmek için bile gelişkin ve yaygın bir medya atağına ihtiyacımız var.  Sosyalistlerden ve/veya komünistlerden başka herkesin eli bir cinayete bulaşmış  ya da buna hâlâ teşneler.

Dedik ya, Berlin ile Ankara arasında pek fark yok. Dinlerinin ritüelleri farklı sadece. Sermaye bütün bayağılıkları birbiriyle uyumlu kılabilen bir siyaset biçimi de türetir. Türetmez mi?

İsteyen bu iki kriz başkentine, efendilerle marabaların oligarşik cilvesine bir baksın.

Oradayız.  Demokratların tetiklediği felaket, coğrafyamızı tümüyle sarmalamak üzere.

Tek şansımız, bütün bu rezaletlerin dışındaki devrimcilerin sokağa çıkma dirayeti gösterip ülkemizin alternatifsiz olmadığını ilan etmesinde yatıyor. Çünkü biliyoruz ki, ancak sosyalizm yolunda marabalar emekçi, demokrat pazarcılar da sermayenin has beygirleri olarak gerçek kimliklerini üstlenebileceklerdir. Şans, dedik. Var o şansımız, üstelik dünkü Kartal’dan beri daha da çok var...