Krizin eli tutulmazmış!

Avrupa’nın merkezindeki hegemon imaj yeniledi. Yaklaşık 14 bin mültecilik bir istisnai konukseverlik gösterisiyle kapandı hafta sonu. Almanya kendince imajını tazeledi, fakat en yetkili ağızlardan da bir şeyin altını çizdi: Genelde Arapça konuşan binlerce mültecinin Macaristan’dan ülkeye getirilmesi için verilen izin, istisnaydı.

Hiç şansları yok.

Bir ihracat devi olarak Almanya’nın, bütün bir kıtayı neredeyse sanayisizleştirdikten sonra, sefalet sınırında ve çeşitli içsavaşların ortasında yaşayan çevre halklarını yollara döken bir mıknatısa dönüşmesi kadar normal bir gelişme düşünülemez. Başbakan Merkel’in resmini taşıyarak ille Almanya’ya girmeye çabalayanların, genç ve görece eğitimli olması, Alman sermayesinin elbette arayıp da bulamadığı bir nimettir. İmaj tazeleme fırsatı dışında, hegemon ülke ekonomisi hem yaşlanan nüfustan kaynaklanan uzman açığını çok ucuza kapatabilecek, hem yeni emek ordusuyla içeride işçi sınıfı üzerindeki ücret baskısını artırabilecek, hem de bu insanların geldiği paramparça bölgelerdeki milyarlık altyapı yatırımlarını gelecekte daha rahat üstlenebilecektir. Bir taşla birçok kuş vurmak diye herhalde buna denir.

Sistem çıkmazda, ama bu çıkmaz içinde bile sermayenin bazı katmanları özel bir kâr elde edebilecek duruma geliyor. Eşitsiz ve bileşik gelişmenin tezahürü, işte.

İyi de, bizimle ilgili olan biten ne?

Aslında bunu önce bizdeki AB uşaklarına sormak gerek. Bunlardan biri, hadi bu pek demokrat “aziz solcumuzun” açık adını vermeyelim, ama hâlâ liberal yayınlarda sendikacılıkla ilgili yazılar döktürdüğünü belirtmiş olalım, bundan epey bir yıl önce bu grup (soL)  bünyesinde bir arkadaşımızın ve benim de İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’inde yayımladığım AB karşıtı haberlerimiz ve analizlerimize cephe açmış, bizlere demediğini bırakmamışti. Mesela Portekiz ile Yunanistan’ın AB sayesinde nasıl havalandığını yazabilmişti. Acaba şimdi aynaya bakabiliyor mudur? AB’nin bir felaket kapısı ve sosyalizmin tek çıkış yolu olduğunu yazan bizler “ulusalcılıkla” ve hayalcilikle, Portekiz, İspanya ve Yunanistan konusunda ise temelsiz bir kötümserlikle damgalanıyorduk. Herhalde bu “tür”, şimdilerde AKP’nin hükümet ortağı HDP’ye su taşıyan gayretçiler arasındadır ve kendisini yine hem gerçekçi hem de haklı görmektedir. Peki. Ama mesele o değil.

Mesele şu: Bütün bu gelişmeleri, bu yıkımı önceden görmemiz bize hiçbir üstünlük sağlamıyor. Tam tersine, öngörülerimizin gerçekleşmesi, bizi çok daha zor duruma sokuyor: Çünkü felaketi engelleyemediğimizi görüyoruz. Yukarıda sözünü ettiğimiz “aziz” türün baltayı on yıllardır taşa vurmaktan ötürü herhangi bir sıkıntısı yoktur. Bunların tuzu zaten kurudur. Bir biçimde işlerini yoluna koyarlar. Ama halklar çürürmüş, ülkeler silinirmiş, coğrafyalar kan denizine dönermiş, milyonlar mülteci olurmuş... Bu demokratların umurunda bile olmaz. Elbette “üzgün maskelerinden” değil, gerçek kimliklerinden söz ediyoruz. Bu çürümeyi algılama güçleri yok. Tek bildikleri, sosyalizmin güncel bir olanak olmadığını yinelemektir. Bir türlü tanımlayamadıkları ve mistik bir haleyle çevreledikleri demokrasi dininin ise her derde deva olduğuna inanırlar. Demokrasi dedikleri tanrının ardında resmen oligarşi ve bir oligarklar/tekeller koalisyonu yattığını, sadece ABD’nin değil AB’nin temelinde de bu koalisyonların bulunduğunu görmezler. Neyse...

Biz kendimize kızıyoruz, ama bir başka açıdan da, bu demokrat sürünün hali bizden hiç öyle daha iyi değil. Halkların perişanlığı iyice görünür oldukça ve coğrafyalar kana bulandıkça, milyonlar yollara döküldükçe, bu AB ve o tanımsız demokrasinin militanları üzerindeki baskı da artıyor. İnandırıcılıkları ağır darbe almış oluyor; maskeleri düşüyor, sahte yüzleri dökülüyor. İşte son gelişmeler, Avrupa’da top gibi oynanan yüz binlerce mültecinin yaşadığı sefalet, demokrasiyle ilgili tüm hayalleri suya düşürmüştür. Ülkeleri ortadan kalkan, kaçtıkları yerlerde de hayvan muamelesi gören, gelecekleri belirsiz, kısmen eğitimli ve genelde genç milyonlar (“yeni kavimler göçü”), dünyaya başka mesajlar veriyor. Bunlar, AB’de olanlar.

Bir de bizde olanlar var. Dünya ekonomisinin, özellikle Türkiye’nin ilk sırada yer aldığı eşik ülkelerin ağır bir krizin pençesinde olduğu artık açıkça yazılıyor. Misal: Solculuk düşmanı bir gazetede, Financial Times’da, herhalde solculukla yakından uzaktan ilgisi olmayan Dominic Rossi diye bir fon yöneticisi 2 Eylül’de açıkça 2007 sonrasında üçüncü bir krize girdiğimizi yazdı. Hazrete göre, dünya ekonomisinin 2002-2007 dönemi tarih kitaplarına bir “altın çağ” olarak girmeliydi. Aynı dönemde iktidar olmuş AKP’nin yarattığı illüzyonun nedenini de burada bulabiliyoruz. Eklemeliyiz: Bu altın dönemden düşüş, AKP ve ortakları için, tarihte eşine kolay rastlanmayacak kadar sert olacaktır. Şimdi iktidara yapışmalarının nedeni, sonlarının yine dünya ekonomisindeki bir genişleme döneminde iktidar olan Menderes/Bayar zorbalığının sonuna benzemesinden korkmalarında aranabilir. Ama Türkiye’nin bu üçüncü kriz dönemini ayakta atlatabileceğini söylemek temelsiz bir iyimserlik olur. Korkularında haklılar.

Felaketimiz yeni boyutlar kazanıyor.

Baksanıza, herkes ve her coğrafya, en zenginler bile tel tel dökülüyor.

Fakat bizdeki uşaklar ne derse desin, bu felaketin tüm müsebbiplerini olağanüstü itibarsız bir dönem bekliyor. Krizler kat kat ve üst üste bindirirken, böyle bir itibarsızlıktan sosyalizm çıkarmakta kararlı sosyalistler dışında kimsenin herhangi bir sahicilik taşımadığına tanık oluyoruz.

Demiştik: Ya sol Türkiye, ya yok Türkiye!

Çember hızla daralıyor.