Kobanê’de doğum ve Avrupa

Kim ne derse desin, kim hangi duygular içinde olursa olsun, ortada bir gerçek var: Bugün itibariyle, Kobanê’de, yenilseler de yenseler de, Kürt direnişçiler bir halkın doğumunu ilan etmiş bulunuyor. Kavramları biraz eğip bükerek de söyleyebiliriz: Yeni bir ulus doğmuştur.

Bu doğum sürecinin elbette sonuçlandığını söyleyemeyiz. Daha yaşanacak çok şey var. Ama yepyeni bir halk, şimdiden dünya “devletler ailesi” içindeki yerini almıştır. Talabanistan-Barzanistan şikesinden çok farklı bir oluşumla yüz yüzeyiz. Kobanê, “Barzani çiftliği” kadar “AKP’ci-milliyetçi-kemalist-liberal Türk çiftliğini” de çok rahatsız etmektedir görüyoruz. Rojava çıkışını hep birlikte, kuşkusuz her biri kendi meşrebince, boğazlamaya çalışıyorlar.

En etkili boğazlama eyleminin sadece Türkçü bir damga değil, en az onun kadar acımasız bir liberal damga taşıyacağını şimdiden belirtelim. İyi.
İyi ve çok açık olarak şu: Bizim gibiler için Kobanê başlı başına, yani yalıtık olarak sevinilecek bir doğum değildir. Daha doğrusu, şöyle: İslam Devleti (İD) adını almış İslamcı kasaplara karşı Kobanê ve Rojava’yı savunan Kürt kardeşlerimizin hiç değilse ruhen yanlarında olduğumuzu ilan etmek, elbette yeterli değildir. Bizim için önemli olan, bir başka süreci tetikleyip tetiklemeyeceğidir: Bu yeni halk, bu yeni ulus, artık ne derseniz deyin, acaba ilerici insanlığın mı bir parçası olacak, yoksa Kosova’daki gibi ellerinde Amerikan veya AB bayraklarıyla ilericiliğin cesedini çiğneyen bir “gerici insanlık parçası” mı olacak? Yani doğumu ölüm mü izleyecek? İsrail doğrultulu yeni bir Türk ve Arap düşmanlığı mı devletleşecek?

Biz ilerici insanlık adına burada yeni bir mesafe kazanılabileceğini düşünenlerdeniz ve Rojava’yı önemsizleştiren, onu İD kasaplarıyla işbirliği içinde bitirmeye yeminli bazı “sol” çevrelerle aramızda kapanmaz bir mesafe olduğunu söylüyoruz.

Burada iki mesele var.

Birinci mesele, Türkiye siyasetinin, tıpkı dünya siyaseti gibi, artık durdurulamayacak bir hızla zıvanadan çıkmış olmasıdır. Mısır’daki senaryonun, herhangi bir akli melekeye sahip olduğu kuşkulu Erdoğan-Davutoğlu çetesinin kanlı hesapsızlıkları üzerinden Türkiye’de de sahnelenebileceğine inananların sayısı artıyor. Buna maalesef epeydir bir tanımsız (dolayısıyla irrasyonel) “müfrit kemalizme” geçiş yapmış bazı eski Maocu çevreler dahildir. Antikomünist histerileri yüzünden, AkParti’ye Türkiye’yi bir altın tepside sunan “son kemalistlerin” (AsParti) hevesi ise ortada: Türkiye’de bir Sisi arayışı son derece açık bir biçimde sahnedeki yerini almış bulunuyor. Kobanê işte bunun için kullanılmak isteniyor. Ankara’ya el koymuş bir islamcı çetenin bölgeyi yakacak densizliklerinden ABD-AB dostu bir askeri darbe çıkarmak isteyenler kafalarını çoktan kaldırmış durumda.

Bunlar için, Türkiye’deki Kürt sorunu hâlâ bir terör örgütü sorunudur. Ortada milyonlarla anılan bir halkın yeniden doğumu var ve bu halk artık kendisini dünya devletler ailesi içinde sayıyor işte bunu görmezlikten gelmeyi “Türk politikacılığı” sananlar var. O iş bitti. Kobanê elbette bir Guernica veya Stalingrad değildir, ancak artık bambaşka bir dünyada olduğumuzun simgesidir. Türk ve Kürt halklarının, Arap halklarıyla birlikte, yepyeni bir sahnede konuşlandıklarını görmek istemeyenler, tehlikeli bir oyunun içinde bulunuyor. Türkiye gerçekten de bir darbe sath-ı mailindedir ve bu, Mursi-Sisi oyunundan sonra özellikle böyledir.

Washington’ın, Berlin’in de desteğiyle, böyle bir çözüme uzak durmayacağının işaretlerini almak zor değil.

Erdoğan-Davutoğlu “kumpanyası” bir yerinden çatladığı anda tuzla buz olacak ve bu çevreler birkaç gün içinde, ülkemizi de inanılmaz acılar içinde bırakarak, tarihin çöplüğüne atılacaklardır. Şansı olanları Manuel Noriega kaderi bekleyecektir. Geride bir kaos bırakacakları kesin. Eğer solumuz gelişmelere el koymazsa, o kaos kaderimizdir.

İkinci mesele: Türkiye’nin ille bir sahibi olacaksa, ki var, bu, Atlantik ötesinde değil, çok daha yakında: Avrupa Almanyası. Böyle yazıp duruyoruz. Atlantik’in ötesiyle berisi arasında, Türkiye nedeniyle öyle köklü bir sürtüşme falan yok. Zaten 40 yıl kadar önce Bonn-Berlin’i Türkiye’nin başkahyalığına atayanlar da Atlantik ötesi güçlerdi. Gerçi Washington, daha hâlâ Berlin’e kahya gözüyle bakıyor ve kendi gücü açısından çok ama çok yanılıyor. Ama bu, şimdilik konumuz değil bir kenarda beklesin.

Konumuz ve sorumuz şu: Türkiye meselesi, bütün uçlarıyla, Avrupa Almanyası’nın ne kadar içindedir veya onun bir iç problemidir?

Bayağı içindedir ve giderek büyüyen bir iç problemidir.

Misal: Gördük hafta sonunda da Avrupa Almanyası’nın gündemini Kobanê ve Kürt sorunu oluşturdu. Berlin’in “AKP Ankarası”na nasıl köpürdüğü manşetlerden inmedi. Medyanın ilk sıra haberlerini hep Kobanê ve Türkiye’deki kanlı çatışmalar oluşturdu. Ayrıca, Düsseldorf’ta büyük bir gösteri ve onunla bağlantılı yürüyüşler de yaşandı. Bunlara katılım, beklenenin çok üzerinde oldu. Alman güvenlik birimlerinin geriletici rakamlarına rağmen, sadece Düsseldorf’ta, Türk ve Alman solunun da desteğiyle 20-25 bin göstericinin Kobanê için toplandığının duyurulması, buna başka şehirlerde de gösterilerin eşlik etmesi, Avusturya’nın Bregenz kentinde Kürtlerle ilerici dostlarını Türk-Çeçen gericilerle karşı karşıya getiren kanlı çatışmalar, bu ülkede, hatta kıtada, daha önce pek bilinmeyen bir sorunun doğabileceğini gösterdi. Ne mi?

Biz burada, soL’da, çok yazdık yineleyelim: Avrupa Almanyası, reel sosyalizm yıkıldıktan sonra kısa bir süre ciddi bir tedirginlik yaşadı. Yönetenler, bu hiç beklemedikleri büyük yıkımın altında kalabileceklerini, cepheleşmenin Almanya’daki iç barışı yerle bir edebileceğini düşündüler. Tedirgindiler. Ama hiçbir şey olmadı. Koskoca Sovyetler Birliği ortadan kalktı, Doğu Avrupa çöktü, ama o enkazdan kaçıp buralara gelen ve Almanya-Fransa hattında çatışan kimseye rastlanmadı. Bir dünya sessiz sedasız bitiverdi. Aynı şey Yugoslavya’nın yakılıp yıkılmasından sonra da yaşandı. Kimsenin çıtı çıkmadı.

Berlin, eskisi kadar olmasa bile, yine de tedirgin.

Her neyse, yukarıda değindiğimiz iki meselenin kuşkusuz birçok sonucu olur. Biz sadece bir benzerliğe dikkat çekelim: Ankara’daki kıt akıllılar, Berlin-Paris-Londra hattındaki kıt akıllıları hiç aratmıyor. Washington ise tam bir “lame duck”tır artık. Kendisi himmete muhtaç bir kötücül dede veya emekli işkenceci de diyebilirsiniz. Kan dökme gücü elbette hâlâ var.

İşte durum, biraz da bu nedenle son derece tehlikeli.

Demek ki, üçüncü mesele: İlerici insanlığa bir katkı için, eğer Türk, Kürt ve Arap solu bir araya gelmezse, bu bir araya geliş Türk aydınlanmasının-sosyalizminin damgasını taşımazsa, Kürt halkının bu gecikmiş doğumunu, her halkın efsanesinde yer bulan büyük bir katliam asrı, bir kan denizi izleyebilir. Kürtler, Türkler ve Araplar için ortak bir kan denizinden söz ediyoruz.

Bu kanı önlemek, gözünü sadece sosyalist yönelişli bir çözüme ve ilerici insanlığın kazanımlarına dikmiş siyasetin altından kalkabileceği bir görev. Elbette sol siyasetin birçok tanımından birinin de “farklı cepheler arasında yeni bir dolaşım kurgulayarak, ilerici bir ortak zemin oluşturma faaliyeti” olduğunu biliyoruz.