Kıskaca alındıysak eğer

Türkiye gericiliği, şu “yeni hükümet”, ateşle oynamaya mahkum. Eğer Tayyip Erdoğan gibi biri bu ülkenin kaderine el koyabilmişse, askeriyeyi, yargıyı ve yasamayı kolayca hallaç pamuğu gibi atabilmişse, böyle bir coğrafyayı kan ve gözyaşından başka hiçbir yakın gelecek beklemiyor demektir. En son, hükümetin başına atanan bir “muhteris”, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir anomali olduğunu, solculuk taslayan demokrat dostlarının desteğiyle “restorasyon” başlığı altında açıkça ilan edebildi. Önlerinde başka bir yol da kalmadı. Bunların gözü kara. Çok korktukları için, her şeyi yapabilirler. Yapıyorlar da...

Buradan feraha çıkış yok. Şurada veya burada, falan veya filan koltuğu, özellikle de CHP’de, HDP’de veya onlarla aynı dalga boyunda yayın yapan medya şirketlerinde bir yer kapmış olan “demokratlara” şimdiden duyurmuş olalım: Bu karanlık tünelin ucunda gördüğünüz ve giderek büyüyen aydınlık, üzerimize gelen trenin ışığıdır. Tünelin ucu falan da yok.

Türkiye tam bir kıskaçta.

Yukarıdan ve aşağıdan kıskaca alınmış durumda.

Bu kıskaç, içerideki güçlerin, özellikle emek yanlısı devrimci güçlerin birbirlerine yaklaşmasını ve ortak bir çıkış yolu bulmalarını maalesef kolaylaştırmıyor. Her durumda Anadolu coğrafyasındaki bir iç kırımı kaçınılmazlaştırıyor. Son seçimlerde açığa çıkan üç içsavaş bölgesinde (kıyılar, geniş İç Anadolu ve Kürt coğrafyası) patlayacak toplumsal volkanların, etnik ve dinsel tabanları nedeniyle, bu ülkede taş üstünde taş bırakmayacağı kesindir. Başka bir olasılığa inanan varsa, rüya görmeye, yani uyumaya devam edebilir. Gerçek, acıdır. Eğer gereğince müdahale edemezsek, gerçeklik, krizlerde bile, bizi de önüne katıp süpüren bir acımasızlığa dönüşür.

“Parçacıklar siyaseti” yürürlüktedir. Bu, sürekli istikrarsızlık koşullarında gerçekleşir ve o koşulları da yeniden üretir. Çünkü emperyalist başkentlerin en iyi bildiği şeylerden biri, sadece büyük siyasal birimleri parçalara ayırmanın yönetimi kolaylaştırdığı doğrusu değildir. Küçülen birimler, kendi içlerinde ve yakın çevreleriyle Freud’un alaycı bir dille aktardığı iklimi de yaratıyor. Sigmund Freud’a göre, komşu ve aslında birbirine çok yakın duran cemaatler, sürekli kavga içindedirler ve birbirlerini alay konusu ederler. Freud, buna “küçük farklılıklar narsisizmi” (Narzißmus der kleinen Differenzen) adını veriyordu ve böyle bir yapıda, saldırganlık eğiliminin rahat ve görece zararsız bir biçimde tatmin edilebildiğini gözlüyordu. Hatta cemaat üyeleri arasındaki birlik ve beraberlik duygusu, birbirlerine bağlılık, bu eğilim sayesinde pekişiyordu.

Sadece ruhbilim peygamberi değil, kendisine üslup da yaratabilmiş bir yazı ustası olduğu söylenir Freud’un ve onun verdiği bu tablodan hareketle ekleyeceklerimiz var. Gerçekten de, neresinden bakılırsa bakılsın, böyle gergin bir iklim, topluluklar arasında bir noktadan sonra, özellikle toplumsal krizin kaçınılmazlaştığı, ekonomik ve siyasal krizin derinleştiği dönemeçlerde, korkunç patlamalara yol açabilecek kadar “yüklü” bir resim verir ve böyle bir gerginliğin sonuçlarını öngörmek mümkün değildir.

İşte bunu andıran bir gerginliğin içindeyiz. Sadece Türkiye içinde değil, dış dünyada da... O nedenle, ciddiye alınabilecek çevrelerde uzun süredir geçerliliğini koruyan “Aslında Üçüncü Dünya Savaşı’nı yaşıyoruz!” saptaması yerinde duruyor.

Biz, Türkiye’ye bakalım: Bu ülke, güneyinde ve kuzeyinde açık içsavaşlara dönüşmüş bir krizler kıskacında, kendi iç krizinin patlayacağı nihai noktaya doğru itiliyor. Ukrayna’daki durum sanıldığından çok daha tehlikeli bir noktaya gidiyor. Dün, bir gizli NATO raporu açık edildi ve bu ittifakın Rusya’nın kapısında, 5 ülkede daimi üsler kurmak üzere harekete geçeceği duyuruldu. Galler’deki NATO Zirvesi’nde bu girişimin kamuoyu nezdinde iskandil edileceği anlaşılıyor. Berlin’in, Moskova’yı provoke edeceği kesin böyle bir girişimle ilgili tedirginliği biliniyor. Gürcistan’a NATO ile girme konusunun Sarkozy-Merkel operasyonuyla gündemden çekildiğini hatırlatan, Almanya’nın ünlü antikomünist profesörlerinden Michael Stürmer bile, Ukrayna’ya Batı’nın silah vermesini ve hatta NATO’ya üye yapma hesapları içine girmesini önceki gün yayımlanan bir analizinde açıkça “yangına körükle gitmek” olarak niteledi. “Makul Avrupa”ya göre, Kiev’deki darbeciler Ukrayna’nın güneydoğusunu kaybettiklerini artık kabullenmeli, Moskova’yı kışkırtmaktan da vazgeçmeliler.

Bizim için önemli olan şu: Kuzeyimizde yangın, batımızda bitmeyen ve giderek derinleşen bir ekonomik-toplumsal kriz, güneyimizde ise önü alınamayan bir bölgesel-dinsel-etnik savaş var. Doğumuz zaten rahat değil. Dün gece Berlin, Irak’taki Kürt coğrafyasına, Barzani güçlerine, İslam Devleti’yle çarpışabilmesi için zırhlılara karşı da kullanılacak füzeler ve diğer piyade silahlarının gönderileceğini açıkladı. Bu, Ukrayna’da dikkatli Berlin’in, herhalde Erbil ve çevresindeki yeni devlet oluşumunun altyapısını üstlenmekte kararlı olduğunun da ilanıdır.

Böyle bir kıskaç ortamında, Ankara’daki diktatörlüğün “restorasyon” diye diye Türkiye’yi büyük bir maceraya, daha doğrusu cehenneme atacağını anlıyoruz.
O zaman, Türkiye solunun, sosyalizmi ciddiye alan kesimlerinin, birlikte bir sol iktidar odağı yaratması şarttır. Bir cehenneme yuvarlanıyoruz. Bu cehenneme girmeden kurtuluş üretemeyeceğimiz anlaşıldı. Üç içsavaş bölgesindeki tüm mayınların hep birlikte patlayacağı bir zamana girerken, kıskacın ateşinde yok olup gitmemiz de söz konusu. Gerçeklik (realite), kendi başına bırakıldığında, sadece devrime çalışan bir kurgu değildir. Sermaye bunu iyi bilir.

Tayyibistan’ın yaşama kudreti yok. Parçalanması kaçınılmaz. Önce emekçi halkımızı vuracak bu parçalanmadan, kendi başına bir sol iktidar çıkması ise hiç mümkün değil. Suriye kaderi bizi bekliyor: Üç parçalı bir ülke halinde dökülebiliriz.

Devrimci ve acil bir hükümet planı üzerinde çalışmamız gerekiyor. Cehennemde ilk yapılacak işlerden biri, herhalde budur. Ankara’da hafta sonunda gerçekleştirilen sol toplantı, karanlığımızdaki bir kıvılcımdır. Değil midir?