İstikrar balonları

Ankara’yı İslamcı AKP’nin gaspetmesinden önce ve sonra, Türkiye’nin en çok bağımlı olduğu dış merkez, metropol vs. Federal Almanya’ydı. Hâlâ da öyle. Bu merkezde siyasi işler pek iyi gitmiyor. Tıpkı uydusu Avusturya gibi...

Oysa ekonomik gidişat hiç de kötü değil. İlk bakışta: Avrupa’nın merkezindeki bu iki devletli hegemonyal ekonomi coğrafyasında, işsizlik yüzde 4-5 bantında. Hiç yüksek değil. Gerçi istatistiklere makyaj uygulayarak bu rakamları geriletmeyi de başardılar, ama sonuçta işsizlik sorunu yok Büyük Almanya ve yakınındaki bağımlı devletçiklerin. Hadi “Kuzey Avrupa” diyelim. Enflasyon zaten yok, tersine, yoğun bir deflasyon tehdidi altındalar.

Her neyse, artık kendi maliye bakanlarının bile “Lale Devri geçti, kârlı dönem kapandı” diye bağırmaya başladığı günlerdeyiz. İhracat mucizeleri yaratan, dış ticaret ve bütçe fazlasında rekorlar kıran Almanya ve yakınındaki görece gelişkin ekonomilerde bir “yönetim” sıkıntısı baş gösteriyor: Siyasi istikrarsızlık, diyelim. İyi de, ekonomik altyapıdan sapan bir şey bu.

Misal: Viyana bir anda hükümetsiz kalıyor, palas pandıras bir teknokratlar hükümeti kuruluveriyor.

Yine misal: Berlin de merkez sağla merkez solun (CDU/CSU ve SPD) kurduğu koalisyon hükümetinin bir anda yıkılması tehdidiyle karşı karşıya kalıyor. Berlin’deki Hıristiyan demokratlarla sosyal demokratlar arasındaki neoliberal ortaklık (“Büyük Koalisyon”) zangır zangır sallanıyor. Küçük ortak SPD’nin genel başkanı Andrea Nahles, Avrupa Parlamentosu seçimlerinden ve Bremen’deki eyalet seçiminden bir hezimetle çıkınca faturayı tümüyle üstlendi ve dün tüm görevlerinden ayrıldığını duyurmak zorunda kaldı. Bu yıl Başbakan Angela Merkel’in iktidardan apar topar koptuğu yıl da olabilir.

Merkel’in kaderi kesin değil, ama Alman ekonomisinin bir resesyona gireceğine birçok iktisatçı artık kesin gözüyle bakıyor. Dolayısıyla Avrupa ekonomisini de sevimsiz bir yıl bekliyor.

Almanya deyince, Türkiye’nin emperyalist dünya sistemi içinde sorumluluğunu 40 yılı aşkın bir süredir adeta rakipsiz bir biçimde üstlenmiş ve kimselere bırakmayan bir ülkeden söz açmış oluyoruz. Geleneksel kitle partilerinin yerle yeksan olduğu, ekonomide yıllardır diğer Avrupa’nın sırtından ihracat rekorları kırmış, vergi başta olmak üzere kamu gelirlerini ne yapacağını bilemeyecek kadar paraya boğulmuş bir ülke bu. Ve burada da “Deniz bitti! ” diye haykırılıyor.

Sorun şu: Ekonomide yaşlı kıtanın güneyini ve doğusunu adeta yağmalayarak bir başarıdan diğerine koşan, ama kendi halkını “çalışan yoksullar” kategorisine mahkûm eden Almanya, daha iyi günlerinde bile, sanki yakın geleceğin kokusunu almış gibi, ağır bir siyasi krizle yüz yüze duruyor. Bu ekonomik mucizeler ülkesinde ve ihracat şampiyonluğu yıllarında, çalışanların yüzde 25’i düşük ücretli sektörlerde istihdam ediliyor. Asıl bu, “başarılmış” durumda: 9 milyon insandan söz ediyoruz.  Neoliberal ekonominin gereği olmalı... Bu çıkmazdan kaçış yok.

Ekonomik fazlanın, siyasete aynı ferahlığı taşıyamamasında, bu çalışan yoksulların da payı olmalı.

O zaman kendi jargonumuzla soralım: Emperyalist metropoller, en azından patronlar veya büyük sermaye katında, büyük bir sermaye birikimi sağlamasına rağmen, neden siyasal istikrar dersinde sınıfta kalıyor?

Bu çarpıklık, kapitalizmin eşitsiz gelişim kaderine içkindir de ondan mı?

Öyle tabii. Bu tür istikrarsızlıkları olağan karşılamak gerekiyor. Aylarca hükümetsiz kalmış Hollanda ve Belçika’yı, ekonomi tıkırında olmasına rağmen bir anda hükümetsiz kalıveren Avusturya’yı, her an büyük koalisyonun tarihe karışacağı Federal Almanya’yı anlayabiliriz. Sonuçta devrimci siyasetçilerimiz, kapitalizmi hedef almadıkça ve sosyalizmi derhal gerçekleştirilebilecek bir hak olarak tanımlamadıkça, iktidar için örgütlenmedikçe yani, bu çarpıklıktan kurtulamayacağımızı herhalde boşuna hatırlatmıyorlar...

Çarpık kapitalizm diye bir şey yok. Kapitalizmde her şey çarpık. Düzgün bir şey niye olsun? Viyana ve Berlin’deki siyasal krizler de bir çarpıklığın değil, kapitalizmin doğal görüntüleri. Doğal, dedik. Ekonomik fazlaları nedreye yatıracağını bilemeyen bir ülkede bir anda siyasal krizler patlak verebiliyor ve başını ekonomik çöküş sendromlarından alamayan yoksul Türkiye’de 17 yıldır köklü bir siyasal kriz yaşanamayabiliyor. Bu dönem kapanıyor.

Fakat resesyona tam girmeden önce bile bu kadar sorun yaşamaya başlarsa Büyük Almanya, Avrupa Bölgesi ve yoksul Güney ve Doğu Avrupa ne yapsın? Bunlara uzanan büyük Türkiye pazarında neler yaşanacak?

Almanya, Türkiye’nin de kâhyalığını on yıllardır üstünde taşıyan bu jeoekonomik güç, otomotivden başlayarak yerinde saymaya başladı ve Fransa-İtalya hattındaki ekonomik çöküşün kendisine asıl ağır darbeyi indireceğini biliyor.

Türkiye çok zorda. Almanya da: Batı eyaletlerindeki metropollerde Yeşiller Partisi’nin yüzde 30’ları bulan oy oranıyla tüm diğer kitle partilerini geride bırakmaya başladığı, doğu eyaletlerinde ise faşizan çizgileriyle AfD’nin liderlik ilan etmeye hazırlandığı bir ülkede, bu yeni siyasal cepheleşme çok sürpizleri bağrında taşıyor demektir.

Türkiye’nin ve İslamcı siyasetin neden gözünün yaşına baksınlar?

İnsanlara emekçi diye değil, koyun gözüyle bakıldığı bir toplumda ve her koyunun kendi bacağından asılması gerektiğine inananların egemenliğinde yaşıyoruz.

Birbirlerini ezmeleri kimseyi şaşırtmaz.

Ama bu arada solun yerle bir olduğunu da unutamıyoruz. İki mizahçının (“Die Partei”) 898 binden fazla oy aldığı ve Brüksel-Strasbourg’a iki vekil gönderdiği Avrupa Parlamentosu seçimlerinde DKP’nin oyu bir önceki AP seçimine göre daha da geriledi ve 20 bin 419 oldu. Bu da bir başka çarpıklık. Sonuçta metropollerde sosyalizmin esamesi bile okunmuyor ve bu krizlerden sosyalizmle çıkmak, en azından Avrupa'nın merkezinde, kısa vadede mümkün değil.

Peki ya kenardakiler? Zayıf halkalar? İstikrarsızlıklar balosu?

Çelişkiler çok yoğun: Devrim kelebeği bizim coğrafyada.