İrrasyonel iktidara irrasyonel 'muhalefet'

27 Nisan’da ölümünün, daha doğrusu Mussolini zindanlarında yavaş yavaş öldürülmesinin 80’inci yılını geride bıraktık. Antonio Gramsci, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki geçiş dönemini, ki Ekim Devrimi’ne açılmaktaydı, “Eski dünya ölmek üzere, yenisi ise henüz doğmuş değil. Canavarların zamanıdır bu” satırlarıyla karşılıyordu. Görüşleri, dünyada olduğu gibi bizde de solun içine sızmış sosyalizm düşmanı liberal soytarılarca, antikomünizmlerine temel olsun diye epey bir süre el üstünde taşınan bu dirençli komünist militana, bizim gibilerin “biraz dikkatli yaklaştığı” malum. Kültür üzerine akıl yürütmelerinden, Fransız ve Alman faşistoid, hatta açık faşist sağının bile yararlanmaya çalıştığı bu parlak kafanın birçok formülasyonundan hareketle sosyalist bir iktidar için adımlar atmak elbette mümkün; geçerken söylemiş olalım.

Derdimiz başka...

Gencecik Gramsci’nin Birinci Dünya Savaşı mezbahasından sonraki dönem için yazdıklarından hareketle, şu: Yaklaşık bir asır sonra, Türkiye’de benzer bir şeyi yaşamıyor muyuz? Eski cumhuriyet ölmüş, daha doğrusu öldürülmüştür. Galiba kurucu babaları, sosyalizmden iyice uzaklaşarak, sermayenin uşaklığına geçiş yapıp adeta doğumundan itibaren ölümü için bizzat çalışmışlardı. Bugün artık soğumakta olan bir cumhuriyet cesediyle yüz yüzeyiz. Türk-İslam sentezi, yıktığının yerine yeni bir cumhuriyet kuramıyor. Korkunç şeylere tevessül ediyorlar, ama kuramıyorlar. Bunun sinirliliği ile krizin sınırları hızla genişliyor.

Canavarlarımız, Reislerinin anlayacağı dilde söylersek, “ucubeler”, ortada değil mi?

Gerçekten de Orhan Gökdemir’in ustaca hatırlattığı bir sahnedeyiz: Adamlar tarihimizdeki en büyük aydınlanmacı yükselişin, 1923’ün veya cumhuriyetin bir türlü kaldıramadıkları cesedine yaptıklarıyla, nasıl aşağılık ucubeler olduklarını kanıtlamaktan vazgeçmiyor.

Eski cumhuriyetin her türden yıkıcısı, dedik. Şekilsiz canavarlar bunlar. Yeni bir istikrar kuramayacakları anlaşıldı, cesedi parçalayıp kadavra olarak satma hesabı içindeler. O da olmuyor.

Biz bütün bunları 100 yıl öncesinden tanımıyor değiliz. Osmanlı çökerken de (“Şerefsiz Osmanlı yılları”) böyle değil miydiler? Osmanlı’nın cesedini cumhuriyetle kaldırmıştık, kuzeydeki büyük devrim sayesinde. Bugünkü cesedi ise sadece kendi gücümüzle ve sosyalist bir cumhuriyet çıkışıyla kaldırabileceğimizi biliyoruz. Dönüş yok, zaten mümkün de değil.  

Asıl sorumuz şu: Bugünün canavarları, Gramsci’nin sözünü ettiği canavarlardan ne kadar farklı?

Yanıtı zor. Kriz derinleştikçe biz olan biteni görüyoruz da, halka gösteremiyoruz. Çünkü sermaye bir şeyi çok iyi öğrendi: Emperyalist sermayenin veya demokrasinin yaramaz ve çok korkmuş çocuklarından Horkheimer ve Adorno’nun üne kavuşturduğu isimle, “kültür endüstrisini” tam yol devreye soktu. İslamcıların her biri zarar eden gazeteleri ve televizyonlarını, o çok pahalı yayıncılık “heveslerini” yani, başka nasıl anlayabiliriz? Reis’in gazeteleri okunmuyor, televizyonları izlenmiyor belki ama, yine de bir etki alanı var.

Bu filtre, gericiliğin konsolidasyonunda bayağı etkili oldu, kabul edelim. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde, hani şu yazarlarının bile Almancasını çözmekte zorlandığı tuhaf kitabın ilgili bölümünün başlarında yazıldığı gibi, “tüm dünyanın kültür endüstrisinin filtresinden geçtiğini”, yönlendirildiğini, hatta yapıldığını biliyoruz. “Bu filtrenin önemini iyi anlayanlardan biri de günümüz dincileri, bizdeki İslamcılar oldu”, görüşünü yinelemekte yarar var.

Ama İslamcı faşizm, üzerine o kadar yükleniyor ki bu filtrenin, bir süre sonra işlemez olacağını ve hatta tersine etki edeceğini düşünemiyor. Oysa büyük krizleri biz, yerleşik kültür endüstrisinin işlemez hale gelmesiyle de anlayabiliyoruz. Ziya Paşa’nın “bu terazi bu kadar sıkleti çekmez” şikayeti ve yeni kullanım alanları, bir yanıyla da budur. Plütokratların, ellerine yönetim araçları sıkıştırılmış, her biri diğerinden daha şımarık ve bayağı zenginlerin, bu gerçeğin kıyısına geldiklerinin farkına vardıklarını söyleyemeyiz. Ellerinden bir şey gelmiyor. Bizim terazimiz gibi, onların terazileri de kriz dediğimiz bu çağdaş yükün altından kalkamıyor.

Örnek mi yok? İşte: Sosyal demokrasi denilen ve “Almanya 1933”ten beri zaten birbirinin karikatürü çetelerin elinden kurtulamayan, sosyalizme karşı mücadelede doğrusu iyi hizmet vermiş/veren bir siyasal yönelimin, sahneden iyice silindiğine tanık oluyoruz. François Hollande’ı, Almanya’daki gölgeleri izleyecek gibi. Ya bizdekiler? Baykal-Kılıçdaroğlu çizgisi her an tarih olabilir, ama biz Türkçede “Gelen gideni aratır” türünden veciz sözlere boşuna sahip değiliz. CHP’den yeni partiler çıkma temrinlerine tanık olmuyor muyuz? Neden bizde bir Podemos veya Syriza denenmesin? Sermaye, bunları arıyor; liberal sol dökülmelerden önce bizzat sermayenin bu doğrultudaki arayışlarını hissedebiliyoruz.

Her ne olursa olsun, sonuçta, kültür endüstrisinin alışılmış filtreleri krizle birlikte kıvraklığını/işlerliğini yitiriyor. Sermayenin tedirginliği biraz da bundan.

Ekim’in 100’üncü yılında, daha öncekilere pek benzemeyen bir krizden geçiyoruz. 1923 artık ayaklar altındadır ve kurtarılması mümkün değil. Baksanıza, ucubeler de öncekilere benzemiyor.

Georg Lukacs’ın vurgusunu, 1934 doğumlu, Alman solunun emperyalizm ve kültür üzerine çalışmalarıyla yakından tanıdığı Prof. Dr. Thomas Metscher’in çizgisiyle birleştirerek kaydetmiş olalım: Emperyalizm irrasyonelizmdir ve emperyalist toplumların bilinç biçimine irrasyonelizm karşılık gelmektedir. Emperyalist ilişkiler ağı ve ideolojileri, bir akıl imha merkezi olarak çalışmak zorundadır. Kültür endüstrisi bunun için var. İsim babaları kendi bulgularından korksalar bile, böyle bu.

Reis ve militan ucubeleri, özellikle de demokrasi kefeni taşıyan liberal soytarılar, emperyal merkezlerdeki bu irrasyonelizmin bizdeki karikatürleridir. Ama krizi de yıkımı da önleyemeyecek bir durumdalar. Kendilerince bir rasyonaliteleri var.

Saçma olan, solculuk adına demokrasi satanların emperyalist batıdan demokrasi, yani irrasyonelizm ithalindeki ısrarına, sol adına hüsnükabul göstermektir. Sol, bu sıkleti çekemeyeceğini kısa yüzyılda yeterince göstermedi mi? 1989 neyin imzasıydı?

Günün sorusu şu: Kültür endüstrisi dediğimiz filtre işlemez olursa, bu irrasyonelizm, krizin üzerini nasıl örtecek?

Georg Lukacs dedik: Aklın ve mantığın aşağılanması, sezginin eleştiri dışı yüceltilmesi, tarihsel ilerleme fikrinin reddi, sürekli mitler yaratmak vs... Bunları gerçekten de her irrasyonel şahsiyette bulabilirsiniz. Ya bugün?

Türkiye’yi yönetenlerin böyle bir irrasyonel çılgınlık içinde olması iyi de, muhaliflerin benzer bir ağda çırpınması, sözde muhalif bir irrasyonellik içinde sermayeden iktidar rica etmesi, bu rezaletin artık göz ardı edilemeyecek boyutlarda olması kötü mü? Sadece solun ve/veya muhalefetin içine sızmış bir türlü vazgeçilemeyen CHP saplantısı (“Başka çare mi var?”) ya da Syriza/Podemos hayranlığı ve solu imha için kurgulanmış HDP ile muhalefet oyunu oynamak bile, irrasyonelizmin nasıl solun içine demir attığını göstermesi açısından yeterli örnekler...

Ucubelerin sermayenin steril odalarında takılıp kalmadığını başka nasıl görebiliriz? Her yerdeler. İrrasyonelizmin gücünü, hangi zayıf halkadan başlayarak kıracağımıza karar vermek durumundayız. İrrasyonel iktidar, rasyonel direnç değil, kendisi gibi irrasyonel bir muhalefet (“Majestelerinin demokratik muhalefeti”) üretiyor. Rasyonel direncin, nasıl bir şey olduğunu ise en iyi “Ne Yapmalıcılar” biliyor: Bu iş partisiz olmuyor, sokakta bağımsız devrimci inatsız hiç olmuyor, sosyalist devrim ve iktidar programı yoksa, bu arada kültür alanında sosyalizm bayrağını ortalığı karıştırarak sallamıyorsa zaten kendisinden bahsetmek bile gerekmiyor. Ama oradayız.

Sermayeden bağımsız müdahale ve sosyalist bir hükümet için sınıfa devrimci bilinç taşıma, asıldır. Değil midir?

İslamcı faşizm ortamında şıracının şahidi bozacı, bir mafyanın düşmanı öteki mafya, sermayenin dostu ise “birleşik demokratik muhalefet”. Bir başka akıl dışı “cephe”, tam bir irrasyonel alan. İşte orada değiliz.

Neden mi? Sosyalizmi kurmayı hedefleyen bir devrimci parti neden mi her düğünde halay çekemez, bazı cenazelere hiç katılmaz? Neden mi bazı sınırlar koyar?

O, başka bir hikâyedir; rasyonalizmin hikâyesidir. Döneriz.