Halk eşitlik istemezse

Örneği İsviçre’den vereceğiz. Ama önce bir hatırlatmış olalım: Gerçekten de kolları sıvamanın ve “Zararın neresinden dönülse kârdır!” diye güncelliğe müdahale etmenin bir alternatifi yok. Yani boyun eğmemenin alternatifi yok. O halde “muktedirlere”, bu kirli ve dinci Türk kapitalizmine bir bütün olarak en kısa sürede son verilmelidir. Bu da mücadele demek.

İyi de, barbarlığa karşı mücadele etmezsek ne olur?

Zaten bir gün bu acımasızlık, bu adaletsizlik kendi kendisini yemeyecek mi? Kendimizi neden bu kadar yoruyor ve mevcut koşullarda hayatın tadını çıkarmaya çalışmıyoruz? Bu ölümcül çaba niye?

Örneğin, sıradan insanlar sırtlarına ve beyinlerine inen her tür maddi ve manevi sopalara, bir gün “Yetti be! “ diye başkaldırmayacak mı? Kapitalizm veya sınıflı toplum, kendi kendisinin mezar kazıcısı değil mi? Kapitalizm yaşadıkça sosyalizmi yakınlaştırmaz mı?

Bu iş, 1917’den beri böyle değil. Daha doğrusu, Lenin’den beri çok belirgin bir biçimde, değil.

Rosa Luxemburg kaynaklı “sosyalizmin tek alternatifinin barbarlık olduğu” vurgusu ne kadar yinelense azdır. Devrimciler müdahale etmezse, geniş yığınların yönelimini değiştirmez, onların bu kanlı rıza havuzunda çile doldurmasını sona erdirmezse, dışarıdan taşınan bilinçle gidişata kitleler bir son vermezse, insanlık barbarlığın kollarında çürüyüp gidecektir. Bunun alternatifi yok.

Çünkü kapitalizm, tüm çelişkileriyle sahnede kendi gerçek yüzünü gösterdikçe, halklar “Bak bu ne kötüymüş, zaten benim de canımı yakıyor, hadi bitirelim!” falan demiyorlar. Hiçbir zaman demediler, asla da demeyecekler. Toprakları bol olsun, Adorno ve Horkheimer damgalı “kültür endüstrisi” biraz da bu olanaksızlığın ilanıdır. Kültür endüstrisi, kapitalist üretim tarzına uygun insan formatlamayı başardı. Aydını zaten Adorno-Horkheimer tipolojisiyle ne kadar güzel formatladığını ve “teknokratlaştırdığını” göstermişti. Bu formatlarla reel sosyalizmi yıkabildi.

Sosyalizm hararetini içermeyen bir halk, kendi başına bir hiçtir. Bir tür “maraba” diyelim.

İş sadece Türkiye ve benzeri ülkelerde sarpa sarmış değil. Hani azgelişmiş ülkeler ve halkların, artık neyse, demokrasi terbiyesinden Batı kadar geçmedikleri için adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, özgürlükten uzaklığı sineye çekmeleri normal karşılanıyor ya, durum herhalde metropollerde, demokrasinin beşiğinde yani, daha farklıdır. Öyle midir?

“Demokrasi terbiyesi” almış halklar eşitsizliklere karşı pek mi duyarlıdır? Yoksa tam tersi midir?

Tamam, yakın komşularımızda kriz tavan yaparken, Yunan ve Bulgar halklarının mesela, “Yetti artık!” diye ayağa kalktığını henüz gören olmadı. Sosyalistler ve komünistlerin öncülüğünde gösteriler düzenlenmese yerle bir olmuş bu ülkelerdeki insanların çoğunluğunun hiçbir şey söyleyeceği yok. Ama metropollerde de durum farklı değil ki. Yoksulluğun hızla yayıldığı merkezi Avrupa’da, halklar aşağılanmayı bir kader olarak görüyor. Kapitalizmin acımasızlığını, sistemin bir eşitsizlik tırpanı olarak çalışmasını normal karşılıyorlar. En son örnek İsviçre’ydi.

Bu ülkede, geçen hafta sonunda yapılan halkoylamasında, astronomik gelirlere sahip şirket yöneticilerinin gelirlerinin sınırlanmasına halk karşı çıktı. “İsviçre milleti” pazar günü ilan etti: Bir şirketteki en üst düzey yöneticinin maaş üst sınırının en düşük ücretli çalışandan en fazla 12 kat fazla olabileceği şeklindeki bir yasal düzenleme, uygun değildir. İyi mi?

Halk, işverenlerin “Menajerleri elde tutamayız, şirket merkezlerini, Ar-Ge bölümlerini yurtdışına taşırız, işsizlik olur” propagandasını ciddiye almış görünüyor. Ne bekleniyordu? Demokrasi bundan başka bir şey değil ki.

Sosyalizmsizlik, insanı insanlıktan çıkarır. Kapitalizm de yaşadıkça sosyalizmi uzaklaştırır.