Frensiz Türkiye ve sol

Eşik atlanmış, insani tüm frenler patlamıştır; öyle görünüyor. Akan kanı başka türlü yorumlamak güç.

Artık geri dönüş hiç yok. Anladık: Kaos kapitalizmin yegâne yol haritasıdır. Kapitalizmden kopuşu aramayan, bu tür imha eylemlerine neredeyse davet çıkarıyor. Oradayız.

Aslında şöyleyiz: Tarihinin en büyük kitle imha eylemini yaşayan bir ülkede devrimci durumun artık süreklilik kazandığını, son derece istikrarsız bir tansiyona sahip olduğunu söyleyebiliriz. Sorun, giderek derinleşen bu durumdan sosyalist bir hükümet çıkaracak örgütün gücü veya yetersizliği olabilir. Öznel koşulun, yani devrimci işçi sınıfı partisinin sosyalist bir iktidar için olgunluğu yine de bu tartışmanın dışındadır. Çünkü bırakın yönetilenlerin ruh halini, yönetenlerin -oligarşi, plütokrasi, büyük burjuvazi vs.- artık eski tarzda yönetemediği, ipleri elinden kaçırdığı bir ülkede, aşağı katmanların büyük kısmı  eskisi gibi yaşayabileceği illüzyonunu ve ısrarını korusa bile, sistemin bekası tehdit altındadır.

Sistem sarsılıyor. Ülke yönetilemez durumda. Kriz derinleşiyor. Yama mı yapalım?

Aşağı katmanların önemli bir bölümü, artık yaşantısını alıştığı biçimde sürdüremeyeceğini biliyor ve başka seçenekler peşinde. Misal: Kürt yoksulları, arayışını Türk yoksullarından kopma yolunda derinleştiriyor. Emekçi Türkiye halkının 13 yıldır etkisinde olduğu “istikrar ilacının” ise pek etkisi kalmadığına tanık oluyoruz. Ama aynı Türkiye halkının hiçbir kesimi henüz sosyalizm seçeneceğine yönelmiyor. Bu konuda, yani sosyalizmi istememe konusunda, acıdır, en çok çabayı kendisine sosyalist diyenler gösteriyor.

Bu ülkede her şey olabilir, zaten tel tel dökülüyor, ancak “sosyalistlere” göre sosyalizm kesinlikle olmaz.  

İyi de, sistem zangır zangır sallanırken, devlet çökmüşken, halk kitlelerinin istikrar bağlılığı ile “sosyalizmden uzaklık duygusunun” aynen kalacağını kim iddia edebilir? Yönetemiyorlar işte. Türkiye’nin canavar zenginleri, yönetilenlerin şu sıralarda açıkça “Böyle yönetilmek istemiyoruz!” diye bağırmamasını fırsat bilip, kapitalizm içi bir at değiştirme hesabı yapıyorlar. Bu konuda da en büyük desteği, şimdilik, sosyalizmi mümkün görmeyen sosyalistlerden alıyorlar.

Peki, artık oluk gibi kan akan ve fren balatalarının tümüyle yandığı bir ülkede, bu bozuk denklemin hep böyle masada kalması mümkün olabilir mi?

Olmaz.

Çünkü öznel koşuldaki eksiklik, derinleşen bir devrimci durumda, neredeyse bir gecede tam tersi bir iyimserliğe dönüşebilecek bir kötümserliktir; geçicidir. Böyle görmek de mümkün. Ama bunu, Georg Lukacs’ın o unutulmaz “Lenin” çalışmasıyla arada neredeyse asırlık bir fark olduğunu hatırlamak için not düşebiliriz. Durum gerçekten farklı, ama “devrimin güncelliğini” ve “eşitsiz gelişmenin müdahaleci aklı” Lenin’in kalıcı anlamını işleyen bu büyük yapıt, devrimci dünya soluna inanılmaz sıçramalar bahşetmiştir. Unutturulması herhalde tesadüf değildir.

Kapitalizm açıkça yerel içsavaşlar halinde kendini belli eden bir çürüme ve yetersizlik döneminden geçiyor ve bu ister istemez yeni devrimci durumlar tetikliyor, mevcutları da derinleştiriyor. Kapitalizmin tek güvencesi, bütün bir Soğuk Savaş boyunca yeni ve aşkın bir toplum kurma fikrini ve gücünü dünya solunun aklından çekip alabilmiş olmasındaydı. Özellikle 1945 sonrasında Avrupa’daki solun, SSCB’nin yıkılışını hazırlayacak şekilde sistem içi bir işleve soyunduğunu, öyle bir “kapitalistik unsura” dönüştüğünü gördük. Burjuvazinin herhalde yazılı olmayan yasalarındandır: İktidardan kaçan emekçi sınıf temsilcilerini, iktidar mutlaka kovalar. Yani, eğer sol, siyasal iktidara talip olup mevcut toplumsal sistemi değiştirmeye soyunmaz, bunun için örgütlenmezse, solluğunu/solculuğunu tümüyle yitirecektir. Tarihten de kovulacaktır. 25’inci “seneyi devriyesini idrak ettiğimiz” büyük 1989-1990 karşıdevriminin, sosyalizmi unutan solun tarihe gömülüşü olarak hatırlanması yerindedir.

Zenginler, tarihin hep böyle ve kendi lehine yineleneceğini düşünüyor olmalı.

Türkiye’de de hesaplar bu yörüngede işliyor.

Barış talebini dile getirmek üzere toplanan 120’den fazla insanın bombayla imha edildiği, yüzlercesinin de sakat bırakıldığı bir ülke artık Türkiye. Bu ülkenin devrimden ve sosyalizmden uzak olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Yaşanan katliamlara bakınca, Türkiye zenginleri, bir başka ifadeyle, ezici çoğunluğu “üçe alıp beşe satan” mütedeyyin tüccarlardan oluşan eski ve yeni oligarklar, böyle bir tehlikenin mevcudiyetini kabullenmiş sayılmalıdır. Yönetemedikleri, halka yönelik son saldırılarla, kitle katliamlarıyla açıklık kazanmış durumda. İyi de, yönetemiyoruz diye iktidarı emekçi sınıflara bırakan bir sermaye sınıfı nerede görülmüş? Mısır’daki Sisi’den sonra Türkiye’ye de bir Sisi bulunacağını arkadaşlarımız gibi biz de burada mümkünler arasında sıralamıştık. Şimdi ömürlerinin genç yıllarında her nasılsa sosyalizme bulaşmış ve şu sıralarda bile solculuğu kimseye bırakmayan bazı “köşe yazarlarının”, açıkça “büyük koalisyon” önermesi, büyük bir çıkmazın ifadesidir. Sermaye sapır sapır dökülüyor. Böyle eski solcu, epeydir kimlikçi sağcılar bile harıl harıl çare aradığına göre, durum vahim demektir...

Art arda yaşanan katliamların ve ekonominin dibe vurmasının başka bir anlamı yok: Eşik, utanma eşiği ve insani frenler artık sahnenin dışına itilmiştir. Bundan sonrası çok daha acı ve ağır bir saldırı olarak sahnelenecektir. Anladığımız bu.

39 yaşındaki Lukacs’ın Ekim rüzgarıyla kaleme alıp 1924’te Viyana’da yayımladığı Lenin çalışmasında dikkat çektiği noktadayız: Gerçekten de toplumsal patlamalar, yaşanan arbede, açık katliamlar, eski bünyenin parça parça olması, sadece işçi sınıfı ile sınırlı değil. Toplumun tüm katmanları bu kaynama ve kargaşadan payına düşeni alıyor. Lukacs, kriz ne kadar derinleşirse devrimin o kadar güncellik kazandığını yazıyordu. Bu iyimserliğin, özellikle 1945 sonrasında birçok komünist parti tarafından karartıldığına tanık olduk. 1917’nin bir devrimler çağı açtığı saptamasına ve bununla uyumlu genelgeçer yorumlara itiraz eden Kemal Okuyan’ın eski bir tezi gerçekten akıl açıcıdır: Sosyalizmin bir seçenek olmaktan çıkarılmasında, yenilgisinde, bu geri adımın payı büyük oldu ve hâlâ sürdürülüyor.

Çünkü, o zaman 1917’yle sosyalist devrimler çağının açıldığını ileri süren kolaycıların durgun ruhu, bir asır sonra, sosyalizmin imkânsızlığı tezinde ısrarlı torunlarıyla hâlâ görev başındadır. Belki somut gerçeklik, 1917’yi “Das Kapital’e karşı yapılan bir devrim” olarak görmüş Antonio Gramsci’nin dediği kadar, yani her zaman ve kendiliğinden ihtilalci değildir. Fakat gerçeklik, en beklenmedik zamanda ve akıntının tersine yüzmeyi başaracak kadar güçlü bir devrimci aklın müdahalesi sayesinde bazen aşırı ihtilalci de olabilir. Eğer “irade” güçlüyse.

Türkiye burjuvazisi son imha eylemleriyle artık eski yerleşikliğini koruyamayacağını görmüş ve göstermiş bulunuyor. Bunu ABD ve Avrupa Almanyası görmemiş olamaz. Bu yeni yüksek yoğunluklu nihai içsavaş ortamı, eski Türkiye’ye dönmenin tüm yollarını kapatmış durumda. Bunu da...

Bakıyoruz.