Felaket tellallığı değil, somut gerçek

Her şeyi göstere göstere yaşatıyorlar. Hiç bir şeyi saklamıyorlar. Farların karşısında donup kalmış, avcıya ve silaha şaşkın şaşkın bakan tavşanlar gibiyiz.
Geçmişten bir örnekle belki daha iyi anlatabiliriz.

1990 yılıydı, bir dünya yıkılıyordu. Alman devlet televizyonunda, üstelik en çok izlenen saatlerden birinde, bir “yüzleştirme” yaşanmıştı: Bu yıkımdan saçma sapan düşmanlıklarla, başta da SSCB düşmanlığıyla kurtulacağını sanan Arnavutluk’un geçkince bir diplomatı, ki muhtemelen Enver Hoca ve sosyalist rejimin ilk yetiştirdiği kuşaktan bir diplomattı, epeydir Almanya’da yaşadığı ve sivil toplum kuruluşlarınca beslendiği anlaşılan, Tiran’daki rejime muhalif genç bir Arnavut kadın ile karşı karşıya getirilmişti. Diplomat, izleyenleri kendisinden iyice soğutacak bir Almanca ile kekeliyor, Arnavut “sivil toplumcu” ise akıcı bir Almanca eşliğinde, demokrasi sloganlarıyla demokratlık taslamaya ve -bizdeki Nabi Yağcı ekolünü hatırlatacak bir yılışıklıkla- “rejimi demokratlaştırmanın mümkün olabileceğini” söyleyerek biraz da af dilemeye çalışan “Enver Hoca rejiminin temsilcisini” yerden yere vuruyordu. Söz dönüp dolaşarak demokrasi adına yapılacaklara ve Enver Hoca’ya gelip dayanmıştı. Sosyalizm düşmanı “demokrat solcu kadın Arnavut”, Enver Hoca’ya da vurmaya başlayınca, ahmak Arnavut demokrat-diplomat “Efendim, herhalde faşizmi yenmiş ve bize bir ülke kurmuş Enver Hoca’ya karşı çıkmayacaksınız, onun anısını kirletmeyeceksiniz” mealinde müdahale etmişti. Kadın “Neden olmasın, demokrasi varsa, halk ne istiyorsa onu kabul edeceğiz” gibi şeyler söyleyince de, enkazın sorumlularından bu Arnavut memur, yüzünde korkunç bir soru işaretiyle ekranda kalakalmıştı. Sovyet sistemi yıkılınca her şeyin yıkılacağını anlayamamış köylülerin çaresizliği içinde tarihte kaybolup gitmiş olmalı.

Bugün Arnavutluk ve Kosova coğrafyaları, insanlık tarihi için birer utanç lekesidir. İsteyen o coğrafyanın mafya ekonomisine, ideolojik, etnikçi ve askeri-üssel formasyonuna yakından bir göz atabilir. Ellerinde ABD ve AB bayraklarıyla sokakları dolduran Arnavutların, bugün hâlâ Türkiye’nin sınırları içinde sanılan nerelere aynen yansıdığını ise sormaya bile gerek yok. Türkiye artık Türk-Kürt Kosovalar halinde büyük patlamayı bekliyor. Ülkenin bir bölümü koptu bile, asıl sorun büyük şehirlerdeki etnik içsavaş felaketi. Bakalım Halep’i andıran kaç şehrimiz olacak? Oraya gidiyoruz.

Çok mu karamsar?

Yukarıda, büyük restorasyon yıllarının başlangıcından bir anıyı, aynen olmasa da, dillendirdik. Aklımıza eski rejimin kahramanlarının rahatça gömülebileceğini ucuz demokratlığıyla bizzat hazırladığını fark etmeyen bir kıt akıllı “aparatçik” ile çevik bir karşıdevrimcinin karşılaşması olarak kazınmış. Bugünümüzü o kadar andırıyor ki...

Arnavut sevimsiz diplomat veya 28 Şubat kemalistleri ve destekçilerinin, daha doğrusu ülkemizi AkParti diktasına altın tepsi içinde teslim eden bilumum “NATO’cu Kemalistler”in, birer ruh ikizi olduğunu daha iyi nasıl anlatabiliriz?

Metin Özuğurlu’nun Gezi İsyanı ile ilgili bir analizindeki (Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler, Notabene Yayınları, Ankara 2013) verimli ifadesiyle “Folk Kemalizm”, yani ilericilikle bağını koparmak istemeyen halktaki aydınlanmacı kemalizm algısı, kuşkusuz bundan çok daha farklı bir şey. Ona ileride dönebiliriz.
Solculuk adına HDP’ye yapışan “sol bileşenlere”, daha doğrusu “postmodern Ufuk Uraslara” baktığımızda, bunların yayın organlarına bir göz attığımızda görüyoruz: Artık atı alıp Üsküdar’ı geçmişlerdir... Çok değil birkaç yıl öncesine kadar Türkiye Cumhuriyeti’ni “91 yıllık işkence rejimi” diye şeriatçıları aratacak bir irrasyonel hırsla karşısına alıp reddedecek ve üstelik bunu sol adına yapabilecek bir hareketi kimse beklemiyordu. Bunlar, NATO’culuk, Amerikancılık ve AB’cilikte Türk egemenlerini solda sıfır bırakacak bir hırsla amaçlarına ulaşmış durumdalar. SIPRI raporlarını okuyanları herhalde akıl vermiş olmalıdır: Malum, ABD’in 2013 askeri bütçesi 685 milyar dolardı. Çin’in 188, Rusya’nın ise 88 milyar dolar. Realist bir yaklaşımla “en zengin müşteriyi” seçmeleri doğaldır. Türk ağababalarından da böyle görmediler mi? İyi...

Kürt siyaseti değil, çeyrek yüzyıl öncesinin kıt zekalı ve besili “Enver Hocacılarını” bugün bizde Atatürkçüler veya her türden Türkçüler temsil ediyor. Bugün Türkiye tam ortasından yırtılmıştır her büyük şehrinde binlerce patlamaya hazır saatli bombayla adeta finali beklemektedir. Birkaç ay öncesine kadar olmaz sanılanların bile artık birer kitlesel talep olarak sahne aldığını görüyoruz.

Artık o yıkım sürecindeyiz: Reel sosyalizm nasıl büyük bir hızla yıkıldıysa, rejimin sahipleri açısından, Türkiye Cumhuriyeti de onun gibi, hızla ve belki de beklentileri çok aşan bir hasarla küçülecek. Kapitalistik bir kader bu. Ama...

Ama biz, bu ülkenin bitmesinde suçluyu yanlış yerde aramayalım. İslamcılar sadece tetikçidir. Tarihsel bir haksızlıkla karşı karşıya bırakılmış acılı Kürt halkında, daha doğrusu Kürt yoksullarının tepkilerinde de aramayalım. Yıkımımızdan tüm NATO’cular, en başta da Türkçüler sorumludur. Onlar suçludur. Türkçüler ve İslamcılar (“Siyam ikizleri”), bu ülkeyi “liberal ihanetin”, daha somut bir adresle, tüm medyaya egemen “Belge’li Birikim gericiliğinin” açtığı ters yol üzerinden ortadan kaldırmayı başardılar. Asıl amaç, Türkiye adlı büyük siyasal birimin sol-sosyalist bir alternatife dönüşmesini engellemekti. Başardılar. Yani “Biji Serok Obama”cılar, sonuçta, ayak takımı kasaplardır. İdeologların ve monşerlerin uygun gördüğü mezbaha işlerini yerine getirirler. Cumhuriyet rejiminden, ilericilikten, 1923’ten beri değil, bütün Türk-Osmanlı aydınlanma tarihinden beri nefret eden dinciler, aydınlanmanın izinde ve sosyalist bir devletin (SSCB) dış desteğinde kurulan bu ülkeyi yıkma emellerine kıt zekâlı imamlar sayesinde değil, onları piyon olarak kullanan liberaller ve milliyetçiler (“12 Mart ve 12 Eylül aslanları”) sayesinde ulaştılar.

Türkiye’nin ortadan kalktığı daha başka nasıl ilan edilebilir?

Çeyrek yüzyıl önceki Arnavut şaşkın diplomat, sivil toplumcu bir yıkıcıya “Enver Hoca’yı da mı reddedeceksiniz?” diye soracak kadar çökmüştü. Onun bugünkü “kemalist ruh ikizleri” tarihi ikinci kez ve bir maskaralık halinde yaşadıklarını nereden bilecekler? “Bağımsız Türkiye” sloganları atan gencecik devrimcileri imha ederlerken bu ülkeyi imha ettiklerini belki de pek azı biliyordu akılları bitmişti çünkü. Ergenekon ve Balyoz gibi birer ucuz hukuk skandalıyla yılları elinden alınan son “sağ ve üniformalı kemalistler”, bitenin kendi küçük ve bayağı kafalarına sıkıştırılmış bir Türkiye olduğunu, bunun başsorumlusunun da Kürtler veya şeriatçılar değil, solculuğu bu topraklardan milliyetçi-şeriatçı cellatların eliyle temizleyen kendileri olduğunu görürler mi?

NATO Atatürkçülerinin ve “NATO’cu Türk laiklerin” böyle bir kapasitesi var mıydı? Var ise biz neden bu enkazın altındayız?

Görmezler. Çeyrek yüzyıl önceki o ahmak Arnavut diplomat gömüleli herhalde çok olmuştur, yaşıyorsa bile dönek bir canlı cenazedir ve karşısındaki o sivil toplumcu Arnavut kadın da, muhtemelen kızını Eurovision Şarkı Yarışması’na Amerikanca şarkılar eşliğinde çıkarabilmenin gururunu yaşıyordur. Sadece Arnavut coğrafyası değil, tüm Balkan coğrafyası artık postmodern bir Alman sömürgesidir. Beraber yıktılar.

Bize gelelim...

Türkiye Cumhuriyet, sadece yönetenleri değil artık bir kesim halkı için de üzerine toprak atılabilecek bir mezar, bir eski rejimdir. Bir nefret nesnesidir. Türk halkı bile bir nefret nesnesine dönüştürülmüş bulunuyor. Emperyalizm, reel sosyalizmi yıkarken, belki Türkçülüğü ve Türkleri bahane gösterip Türkiye’yi de, tıpkı daha sonra Yugoslavya, Irak, Suriye ve Libya gibi, yola getirebileceğini fark etmişti.

Bu tabloda Türkiye sosyalistleri yok. Sadece onlar bu tabloyu kabullenmiyor.

Fakat sosyalistleri etkisizliğe zorlanmış bir ülkenin, hele hele Türkiye’nin, artık kendisini kurtarması bir mucizedir bunu da bilmiyor değiliz.

Birleşik Haziran Hareketi, bu mucizeyi sahiplenmelidir.

İçinden kaç Kosova’nın çıkacağını bilemediğimiz bu coğrafyada, büyük ve sol bir cumhuriyet kurmaya mecburuz. “98’lilerin tarihsel görevi”, diyelim.