Ekonomi tıkırında, siyasette kriz ve tersi

Davulun sesi uzaktan da yakından da hoş gelmiyor artık. Avrupa kapitalizmi zor günlerden geçiyor. İki tuhaf gelişmenin pençesinde. Marksistler için olağan bir süreç bu. Fakat 150 yıldır marksizmi şöyle veya böyle, sürekli indirgemecilikle (“her şeyin başı ekonomiymiş”) suçlayan demokrat döküntülerin de bu tuhaflığa bir yanıt bulamadığını görüyoruz.

“Ne Yapmalıcılar” için ortada şaşılacak bir şey yok. Şaşırmıyoruz.

Neyi mi anlatmak istiyoruz?

Almanya ve onun önce laik-modern şimdilerde de İslamcı-modern vasallarından Türkiye’yi...

Bu iki bağımlı ülkenin gelişim ve kriz çizgilerini...

Malum: Avrupa Birliği’nin hegemon ülkesi ve Türkiye’nin de dünya sistemi içindeki hem ilk hem en büyük dış irtibat merkezi Almanya, dış ticaret fazlasında rekor üstüne rekor kırıyor. Çin’le birlikte hep şampiyonluğa oynuyor. Gerçi Çin’in önü açık, bu alandaki Alman üstünlüğü fazla sürmeyebilir, yine de 2016’da Almanya’nın mal ve hizmet ihracatıyla sermaye ihracından elde ettiği gelirlerin, ithalatından 297 milyar avro daha fazla olduğunu biliyoruz. Çin’in bu alandaki fazlası 245 milyar avroydu. 2015’te sıralama tersti, yani Çin ilk sıradaydı. Bütün bunlar İslamcı döküntülerin rüyasını bile göremeyeceği sayılar. Bir de, Münih’teki Ifo-Institut’a göre, ABD’nin aynı dönemdeki dış ticaret açığının 478 milyar dolar olduğunu eklemiş olalım.

Sadece bu değil.

Almanya’nın dış ticaretteki korkunç birikimini, içerideki bütçe fazlası izliyor. Yani Almanya’nın kamu gelirleri, kamu giderlerinin çok üzerinde. Özel sektörün kârı ve birikimi büyük; isteyen darbe üzerine darbe alan VW’nin yeni parlak bilançosuna, örnek olsun diye, bir göz atabilir.

Özetle, normal koşullarda ya da burjuva aklıyla bakılsa, bu sahnede herhangi bir krizden söz etmemek gerekirdi, ama kazın ayağı öyle değil. Emekçilerin yoksullaşmasını engellemeyen, örneğin ülkedeki muhtaçlara parasız yemek ve giyecek veren kurumlarla bunların “müşterilerinin” tavan yapmaya başladığı, her 5 kişiden birinin yoksulluk tehdidi altında yaşadığı bir “bolluk ikliminde”, bu “son derece olumlu ekonomik tabloya” rağmen bir siyasal kriz var. Son seçimin üzerinden altı aya yakın bir zaman geçmiş, hâlâ hükümet kurmaya çalışıyorlar.

Dikkat: AB’nin yoksullarındaki krizden söz etmiyoruz; AB’nin bizzat zengin mutfağında siyasal kriz var ve buna bir mana veremeyenler çoğunlukta.

Nasıl mana versinler? Adamlar ilk bakışta gerçekten de haklı: Paraları kasalara sığdıramaz hale geldiler, bu arada Avrupa’yı da sanayisizleştirdiler. Ekonomi tıkır tıkır işliyor, ama siyaset tıkırında değil. Kitle partileri çiroza dönüyor. Sosyal demokrasi (SPD) son nefesini vermek üzere. Parlamento yürümüyor. Faşizan niteliği açık bir parti (AfD), anamuhalefet partisi konumunda. Bir türlü bitmek bilmeyen, hatta ekonomideki “çok iyi gelişmelere” paralel bir çöküntü bu. Neden?

Neden bir hükümet bile kuramıyorlar?

İşçi sınıfı sessiz, yıllardır emperyalist demokrasinin dümen suyunda, “sosyal barış” denilen sınıf uzlaşmacılığı iyice yerleşik bir hal kazanmış, kendisine solcu-sosyalist, hatta komünist sıfatı yakıştıranlar, işi “ötekicilik, kimlikçilik, empaticilik” ticaretine dökmüş durumda. Bunlar, demokrasi diye övüp durdukları içeriksiz bir “insan hakları ve sivil özgürlük” ticaretinden ekmek yemeye çalışıyor. Sosyalizm ve devrim, yani “toplumun kamusal mülkiyet temelinde planlı bir biçimde yeniden örgütlenmesi” gibi acil hedef, Avrupa solunun tüm lügatlerinden resmen sürülmüş.

Büyük sermaye işte bütün bu uygun çevre koşullarına rağmen, ekonomi de tıkır tıkır işlerken, bir türlü siyasal bir denge kuramıyor. “Kazançlı ekonomiden iyi siyaset çıkar” hayalleri boşa düşüyor. Tekrar: AB’nin hegemon ülkesi Almanya’dan söz ediyoruz. Alman ekonomisi ve patronları hallerinden memnun, “ekonomi tıkırında”, tamam, ama siyaset çarkı, parlamento vs. bir türlü dönmüyor. Ekonomi ile siyaset arasında bir tuhaf örtüşmezlik var. Ekonomideki gidiş iyi, siyasetteki gidiş kötü. Olur mu?

Neden olmasın?

Benzer bir çelişki, ancak bu kez tam tersinden, vasal konumundaki Türkiye’de de yok mu? Var: Ekonomi, daha doğrusu ticaret (çünkü artık dinci-milliyetçi mafyanın elinde çürüyen bir ticaret ülkesidir burası) yerle bir olmuş durumda, ama “siyasal kriz”den pek söz edemiyoruz. Tayyibist siyaset, bütün kurumsal önerileri ve şiddetiyle kendisini halka kabul ettirmiş durumda. Siyasette herhangi bir kırılma görülmüyor. Bazı fay hatları yok değil gerçi, ama bu hatlarda tehlikeli bir hareketlenme, 2013 Haziran İsyanı bir yana bırakılacak olursa, bulunmuyor. Dört dörtlük bir siyasi kriz henüz patlamış değil. Elbette her an patlayabilir, hatta ek buhranlar arka arkaya da gelebilir, ama şu an itibariyle siyasi sahnede bir “sükût” egemen.

Tersine, dedik: Tayyibist şiddet siyasette, halkı galeyana getirmeksizin, geçmiş kurumları iptal edip kendi kurum ve kadrolarını yerleştirmeye devam ediyor. Siyaset şimdilik suskun. Ekonomi ise çökmüş durumda, batak halindeki ülkenin ekonomik bir yarını bulunmuyor, ama siyaset ne denilirse denilsin, an itibariyle, “tıkırında”. Bazı tepki ipuçları var gerçi direnen genç komünistlerin dikkat çektiği, ama halk yine de henüz sessiz; bu anlamda “siyaset tıkırında”.

Soru şu: Bu terslikler daha ne kadar sürecek? Bu iş böyle sonsuza dek gider mi? Zenginler para kazanmaya devam eder, siyasetteki olumsuzlukları ise engelleyemezken, ekonomik felaketin göbeğindeki ülkelerde, halklar suskunluğu ve solculuk da “düzen tamirciliğini” seçiyor. Çare midir? Bu çarpıklık daha ne kadar sürebilir?

Açık konuşalım: Siyasetteki bu aldatıcı sükûnet kimseyi yanıltmasın. Bekledikçe, yani ekonomideki parçalanmanın siyasete yansıması geciktikçe, patlamaların çok daha acımasız boyutlarda ortaya çıkacağı kesindir. Zengin mutfağı kendi dertleriyle uğraşmaktan, yine yoksullardaki patlamalara zamanında müdahale edemeyecek.

Emperyalist metropollerin en zenginlerinde hükümet kurulamıyor, parlamentoların bir işlevi zaten bulunmuyor, tekeller ve lobicileri-uzmanları dizginleri dolaylı-dolaysız ele almış, herkes, en çok da kendisini solcu diye satmayı başaran, bizdeki “Belge’li Birikim gericilerinin Batı’daki ağabalaları” bu krizi okuyamıyor. Farkında bile değiller.

Liberal-İslamcı ittifakı dağıldı, dünya zincirindeki zayıf halkalarda daha önce görülmeyen çelişkiler büyüyor. Bu zincirin gücü, zincirin en zayıf halkasının gücü kadardır madem, bir asır önce yayına giren ünlü Emperyalizm broşüründeki saptama ve öngörülerin 21’inci yüzyılın iklimini neden açıklar halde olduğunu bir kez daha anlayacağız. Baksanıza, Türkiye resmen savaşta.

AB’nin “zengin mutfağında” tokluk sıtmasından kan zehirlenmesine geçiliyor.