Ecevit’ten Erdoğan’a: Cehennemden iktidar çıkarmak

Hiçbiri tutmadı. Hiçbiri tutmayacak. Ama buna rağmen o hesaplar yapılıyor, anlaşılan daha da yapılacak. 

Ne mi?

Örnekleyelim ve hatta bunu Bülent Ecevit ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki benzerlikleri, birilerini fena üzse de, öne çıkararak yapalım. İki yanlış hesabı... İki antikomünist savaşçıyı... Biz aydınlanmacılar, elbette “Taka” ve “Pülümür’ün Yaşsız Kadını” şiirlerini yazabilmiş, ömrünün kısa bir döneminde solun rüzgârını yüzünde hissedebilmiş Ecevit’i biraz ayrı tutarız -böyle zaaflarımız var işte-, ama bu iki iktidar delisinin, sermayenin egoları tavan yapmış iki hırs küpü iktidar militanı olduğunu da bir kenara yazarız. 

Bülent Ecevit, 1977 seçimlerinden sonra ve 1978-79’daki hükümet deneyimine rağmen bir türlü iktidar olmayı başaramayınca, daha doğrusu bunu istemeyince, çünkü devrimcileşmeye başlayan kitlelerden ödü kopuyordu ve antikomünist histerinin tekrar tam boy pençesine düşmüştü, başka hesaplar içine girdi. Dünyayı, en az o dönemin Dev-Yol, TİP-TSİP-TKP, DİSK,  TÖB-DER ve benzerlerinden oluşan sosyalist iktidar kaçkını egemen solu kadar seviyesizce, algılamakta güçlük çekiyordu. Hesabı, galiba şuydu: “Asker gelir, 12 Mart gibi bir faşist iktidar dönemi yaşarız ve ben, üç-beş ay hapis de yatsam, birkaç yıl içinde bir demokrasi kahramanı olarak Türkiye’nin başına geçerim.” 

Oysa, Aydemir Güler’in kısa bir süre önce bir televizyon programında yine hatırlattığı gibi, 24 Ocak Kararları ile Türkiye artık bambaşka bir yola girmişti. Bunu Ecevit de, sol da görememişti.

Bu tür hesapları artık kimseye doğrulatamayız. Ama tarihe bazı sorular ve biriktirilmiş deneyim eşliğinde baktığımızda, böyle saptamalarda bulunma hakkımız var. “Faşizm gelir, ben de faşizmi kitle desteğiyle yıkarak bir demokrasi kahramanı kimliğiyle iktidara on yıllarca otururum” hesabı, tüm gölgeleriyle ortadan kalkmış değildir.  

Tamam, olmadı.  Hiç böyle olmadı, ama İlhami Soysal’ın Ankara’da Genel-İş’e ait ünlü EMAŞ matbaasındaki odasında, yazı yolunun başında bulunan bir SBF öğrencisine 1980 yılı baharında söylediği de tarihe kalsın: “Ecevit’teki iktidar hırsı kimsede yoktur” diyordu bu usta. Neyse... 

Ecevit, Soysal’ın çok doğru saptadığı o hırsla yeniden başbakanlık yapmayı başardı. İlhami Ağabey 1992’de bir kazada öldü ve Ecevit iyice gericileşen bir ceset halinde Türkiye’nin felaketini hazırlayan, hatta mezarını açanlar arasına ismini 20’nci yüzyıldan 21’inci yüzyıla geçerken yazdırmayı becerdi. Aferin. Giderken de en büyük başarısının bu ülkeye komünizmin gelmesini önlemek olduğu aforizmasını yumurtlayarak... İyi. 

Bir miras, bu. 

Erdoğan’daki iktidar hırsının, artık bir “delirium” formatı kazandığını görüyoruz. Bu da normal: Ülkeyi öyle bir hale getirdi ki, buradan geriye atılacak tek bir geri adım bile bu politikacıyı ve yakın kadrolarını en hafifinden ağır ceza mahkemelerinin önüne taşıyacaktır. Hem sadece içeride değil, dışarıda da. Öyle düşünüyorlar.

Ancak artık dönüş yok. Bizim gibilere hayat hakkı tanımayacak ve iktidarını sürdürecek. Bir tür yumuşatılmış Hitler-Mussolini-Franco-Pinochet rejimi olarak.

Ağır bir saptama değil, gerçekten öyle: Elbette henüz toplama kampları kurulmuş değil, sokaklarda belli insan grupları linç edilmiyor, ama oraya doğru gidiyoruz. Şu 80 bin cami ve yüz binlerce muhtarlık çevresinde silahlandırılan kitleler, bir iç savaş tarafı değilse, başka hiçbir şey de değil. İslamcı faşizmdeyiz. 

Ecevit’in iktidar hırsı, yıllardır gazetesine “yetmez ama evetçi” gericilerce el konulmuş İlhan Selçuk’a giderayak “Tehlikenin farkında mısınız?” diye sordurmuştu. Erdoğan, Ecevit’in bir sonucuydu. 

12 Eylül, Ecevit’in hesaplarını tutturmadı. Faşizm geldi ve Ecevit’in birkaç yıl içinde demokrasi kahramanı olarak tekrar iktidara gelmesini engelledi. Sonra artık bir cesede dönüşmüş Ecevit’e de birkaç yıl başbakancılık oynattı ve ülke bitti. 16 yıldır aralıksız tecavüz edilen ve tüm cumhuriyet değerleri kazınan bir eski coğrafya kaldı geriye. Orhan Gökdemir ve çeşitli çevrelerden aydınların vurgusuyla, 1876’nın da gerisindeyiz artık... 

Gelmek istediğimiz yer şu: Erdoğan ve artık bırakamadığı/bırakamayacağı bu iktidar, bu ülkenin, bir enkaza dönüşmesini engelleyebilir mi? 

“Rüzgâr eken fırtına biçer” der Batılılar. Bizde durum daha da vahim, sık sık yineliyoruz: Türkiye’de sadece fırtına ekiliyor. Hep birlikte, kendisine solcu diyen geniş bir çevre dahil, fırtına ektiler. Buradan ne biçileceğini bilemiyoruz. Ama ortada iktidar için bir parti kalmadığından eminiz; bir jakoben istisna hariç: Genç TKP. 

Erdoğan ve yol arkadaşları korkunç bir bataklık oluşturdular, bu bataklığı kurutmak bu düzen içinde mümkün değil. Bataklık insanı ve bataklık solcusu olarak yaşamayı seçenler olabilir, onları da zaten düzen militanları olarak milletvekili veya destekçisi yapıp parlamento içine/çevresine serpiştirdiler; sermaye sol cemaatlerin önüne bir kemik atarak birbirlerine girmesini sağlıyor hâlâ. CHP ve HDP’nin birer cemaatler koalisyonu olduğunu, bin parçalı bir koalisyon olan AKP’den daha iyi kim bilebilir? 

Bir tek parti var, cemaat değil, tek bir parti, jakoben bir duyarlılıkla, bu felaketi kabullenmediğini haykırıyor. 

Erdoğan’ın bilincine varamadığı ama kokusunu aldığı tehdit de burada: Parlamentoya doluşmuş o zavallı sadaka mahkûmları değil, bu rezaletin dışında ve denetlenemez bir örgütlenme bilinci, hepsinin sonunu hazırlayabilir. Tüccar imamların bunun bilincinde olduğunu söyleyemeyiz. Sadakalarla, önlerine atılan kemiklerle vakit geçiren “bazı muhaliflerin” de... 

Ama bir şey kesin: Yine bir Ecevit hesabı içinde debeleniyor kendisine sol diyen, kendisini solcu sanan kesimler. “Parlamenter demokrasi ortadan kaldırılmıştır madem, biz de parlamenter demokrasiye dönüş propagandasını program yaparız ve kendimizce bir restorasyon gerçekleştiririz. Erdoğan’dan da iktidarı alırız.” Bu hesaplarla ömür defterlerini kapatır giderler...  

Restorasyon olmazmış falan filan. Şu tüccar imamlar, bazen kendisini solcu sanan kesimlerden daha akıllı çıkıyor; bu, kesin. Ama hepsinin aklı bu ülkeye tek milimlik bir iyileşme getirmez. Parlamenter demokrasi propagandası bizim işimiz olamaz. Fakat artık solculuk adına topluma bunun şırınga edileceği ortada. Büyük sermaye bu programa neden sırt çevirsin?  Onlar geçen hafta boyunca Avrupa siyasal mahfellerindeki suskunluğu ve mali piyasalardaki çığlıkları kayda geçirdiler...

Çok alametler belirdi gerçekten. Geçen haftaki o Türkiye’yi kusan yemin töreninden sonra Avrupa siyaset sahnesi ve medyası ilginç bir işbölümü yaşadı. Uluslararası piyasalar ve mali uzmanlar, “Türkiye iflasın eşiğinde” diye bağırdılar, siyaset sınıflarından ise çıt çıkmadı. Gerhard Schröder’in Almanya’yı temsil ettiği yemin töreninden, hazretin bir fotoğrafına bile rastlayamadık. Mesut Özil ile İlkay Gündoğan’ın silinmesinden bir ders çıkarılabilir: Almanya ve Avrupa halkları Erdoğan’dan nefret ediyor. Tıpkı Suudilerden ve İran’dan nefret ettikleri gibi. Fakat siyasi bağlantıları ve ekonomik sömürü ilişkileri sürüyor. 

İşbölümü bunun için var. 

Demek ki, bu felaketin içinden, bu bataklıktan Türkiye halkını ışığa çıkaracak tek şey, derli toplu ve halkın her değerine dokunabilen, sade bir dille derinleştirilecek sosyalizm programıdır. Biz bunu yapmaya çalıştık, daha da yaparız. 

Parlamenter demokrasi hayranlarına önceden haber verelim: Deneyeceksiniz, ama pek şansınız yok, çünkü sistem öyle bir çöktü ki, böyle ham hayalleri de taşıyamaz durumda. İyi de, siz böyle demokrasi hayalleri satmak ve sosyalist örgütleri kırıp dökerek sağa sola yardakçı kadrosundan yazılmak dışında ne işe yararsınız ki? 

Solcularının “Büyük mülkleri, tekelleri, bankaları, fabrikaları ve toprakları kamulaştıracağız, halk adına el koyacağız, işsiz kimse kalmayacak ve halk için şu, şu, şu ürünleri, hizmetleri parasız yapacağız, laiklikle de dini siyasetten ve kamu yönetiminden süreceğiz” diyebildiniz mi?  Kaynakları açıkladınız mı? Nasıl bir planlama örgütü kuracağınızı? Topluma nasıl bir örgütlenme önerdiğinizi?

Sistem çöktü, enkazda ağlamak “garibanların, mağdurların” işidir, biz kurtarabildiklerimizle kendi “sopalarımızı” hazırlayalım. Bu adamlar, camileri, muhtarlıkları ve denetimsiz silahlarıyla çoktan iç savaşı sahnelemeye başladılar bile. Ağlamaya vakit mi kaldı? 

Solun önüne atılmaya çalışılan parlamenter demokrasi havucunun Ecevitler, Demireller, Özal ve Erdoğanlarla bu coğrafyayı düzlediğini, cumhuriyeti bitirdiğini anlatmaya devam edeceğiz. Sosyalizm dışında bu topraklarda bir ot bile bitmeyeceğini ekleyerek... 

Siz önünüze atılmış muhalefet kemikleriyle ömrünüzü tamamlayın. Genç devrimci kuşakların bu bataklığa bir göz atacak zamanı bile olmayacak... 

Boşuna söylemedik bazıları gibi ve hiç unutmadık: Sosyalizmden aşağısı kurtarmaz!