Duvarlar göremeyeceğimiz kadar saydam mı gerçekten? Şu Avrupa’nın çevresinde yükselen, daha doğrusu yükseltilen duvarlardan söz ediyoruz. En son Lampedusa açıklarında 300’ü aşkın “kaçağı” denize gömen duvarlardan.
Her şey ortada, ama maskeleri ciddiye almazsak, kimsenin fazla üzüldüğünü söyleyemeyiz. Büyük sermaye için bu ölenler en fazla “eğitim zayiatı”dır. 1991 Irak’tan beri Arap dünyasında yüz binlerce insanı paramparça eden katliamlar da aynı kalemdendi.
Ulaşılması çok zor, hemen hemen olanaksız, ama göçmenlere karşı duvarların yükseltilmesi talebi hâlâ en çok Avrupa’nın merkezinden geliyor. Almanya örneği ortada: Bu ülke, AB’nin hegemonu ve bir “refah kalesi” olarak, ki halka pek de yansımayan korkunç bir sermaye birikimidir bu, yeni duvarları kendi sınırları üzerinde değil, AB’nin dış sınırları üzerinde yükseltiyor. Malum, Yunanistan’ın Türkiye ile sınırı, tam bir göç duvarıdır. Bulgaristan da öyle...
Berlin, AB sınırlarını “koruyan” Frontex’in hem altyapısını hem de çalışanlarını boşuna finanse etmiyor herhalde. Alman siyaset sınıfı, böylece Avrupa barışından çok Almanya’daki iç barışı koruduğu inancındadır. Çünkü AB’nin çeperinde yükseltilen duvarlar, Dublin II Kararnamesi’ne göre, bütün engelleri aşıp Alman toprağına ayak basabilen göçmenlerin rahatça bu ülkeden kovulmasına olanak veriyor. Buna göre, sığınmacılar, sığınma başvurusunu ilk ayak bastıkları AB ülkesinde yapabiliyorlar. Böylece, Afrika’dan kaçanlar Akdeniz kıyısındaki ülkelerde, özellikle İtalya’da, bu arada örneğin Türkiye’den Yunanistan veya Bulgaristan’a kaçabilenler de krizin kemirdiği bu AB üyelerinde sığınma başvurusunda bulunabiliyorlar. Merkeze giremiyorlar.
Duvarlar, zenginlerin görüş alanı dışında yani: Alman toprağından çok uzakta ve Avrupa’nın Yunanistan başta olmak üzere kriz mağduru “çevre ülkeleri”, göçmenlere, yani yoksulluk ve savaştan kaçan çulsuzlara nasıl kol kanat gersinler? Fiilen iflas etmiş ülkeler aslında...
Fakat, ne olursa olsun, özellikle Alman politikacıların, hatta SPD ve Yeşiller gibi bir ara iktidarda olan “demokrasi duyarlılığı yüksek” Alman partilerinin, kaçaklara İtalya’da falan gereken ilginin gösterilmemesinden yakınması, şaka gibi... Almanya, Avusturya, İsviçre veya Fransa’ya ulaşmaya çalışan çaresizler, aslında da “vasıfsız işgücü kitleleri”, AB’nin kriz vurgunu yemiş yoksul ülkelerinin sınırlarında derdest ediliyor, ama Berlin veya Brüksel’de Alman politikacılar dünyaya insanlık dersi veriyor. Böyle oluyor bu işler...
İyi: Sınırsız bir dünyaya sınıfsız bir dünya yaratılmadan ulaşamayız. Ama sınırlar tek bir ideolojiyi temsil etmiyor ki. Her sınır belli bir sınıfı koruyor ve belli sınıflara karşı kuruluyor. Daha önce dünyanın lanetlilerini, çulsuzlarını korumak üzere kapitalizme karşı kurulmuş sınırlar ve duvarlar vardı. Şimdi birkaç istisna dışında neredeyse bütün sınırlar “yeryüzünün lanetlilerine” karşı zenginleri korumakla yükümlü. O nedenle korkunç sahnelere rağmen, dünyaya insanlık dersi vermeye kalkan zenginler ve sağcılar birbiriyle yarışabiliyor.
İnsanlık ve Avrupa, çevredeki yoksullarıyla birlikte, bu kanlı rezaleti yaşamaya ve yaşatmaya mahkum. “Mahkum değil” diyenler, çözümü sosyalizmde arayanlardır ve sadece onlar haklıdır. Krizden sinirleri boşalmış sosyalizm düşmanlarının, bu noktada, en çok sosyalizmi erken veya yersiz bulan “solculardan” keyif aldığını düşünmek zorundayız.