Demokrat AB’nin Suriye hesapları?

Yalçın Küçük Hocamız,  Ankara’da, 70’lerin sonu 80’lerin başında grafiğe, sinemaya meraklı arkadaşları, “Orada da zaten sadece afiş ve sinema yapılır çocuklar, sosyalizmi falan pek bilmezler” mealinde uyarır, kuşkusunu usturuplu bir dille aktarmış olurdu. Genç arkadaşlar pek de anlam veremezdi bu reel sosyalizmin dostu, antisovyetizmin ise her zaman kararlı düşmanına. Hocamız gözlemlerinde haklı çıktı; sonuçlarını on yıllardır yaşıyoruz. Polonya inanılmaz bir gericilik yuvasıydı, 1945-1990 dönemindeki sosyalist iktidarların, esas enerjilerini bu gerici yuvayı etkisiz kılmaya ayırdığını, sonunda başarısız kaldıklarını söylemiş olalım.

İşte gerici Polonya’nın gericilikte ve acımasızlıkta tüm rekorları geride bırakmaya aday görünen Dışişleri Bakanı Witold Waszczykowski, geçenlerde herkesin aklındakini, yani tüm gericilerin çekmecelerde beklettiği bir senaryoyu açık etmiş oldu: Avrupa’ya gelen Suriyeli sığınmacılardan bir sürgün ordusu kurulabilir ve bu kara birlikleri, Suriye’yi Esad ve IŞİD zorbalarından kurtarabilirdi.  Tabii asıl hedef Esad.

Bu, henüz pek kimsenin aklına yatmış değil. Belki de Avrupa kamuoyu henüz yeterince “kızıştırılamadığı” içindir. Gelen Suriyeliler savaştan kaçmış; adamlar biraz buralarda sürünmeli ki uygun avro maaşlarıyla “azap birlikleri” halinde geriye dönmeyi düşünebilsinler. Avro cinsinden maaşlar henüz yeterince cazip değil yani. Hazret de “Sürgün ordusunu hemen bugün kuralım” demiyor zaten. Yarın da olabilir. Peki.

Witold Waszczykowski tipi gericilerin derdi, Avrupalı askerleri bölgeye göndermeden Esad’ı ve Moskova’yı silebilmek. Bu da kendi insanlarını falan çok sevdiğinden değil, ne kadar gericileştirilirse gericileştirilsin, Avrupa halklarının, özellikle de Polonyalıların, şimdilik yad ellerde can vermeyi düşünecek kadar sefalete düşmemiş olmalarından kaynaklanıyor olmalı. Ama AB o çözüme doğru gidiyor. Artık ne kadar çözümse... Çünkü bizzat AB, parçalanmanın ve içsavaş ortamına girmenin sinyallerini vermeye başladı. Tüm Avrupa’nın “Orbanlaştırılmasından”, yani iç sınırların tahkiminden ve bölgesel milliyetçiliklerin dizginleri ele almasından korkuluyor. Macar hükümetinin izlediği yoldan gidilmesi halinde, Batı Avrupa’daki refah şovenizminin tüm AB coğrafyasını bir içsavaş meydanına dönüştürebileceği açıkça yazılıyor, konuşuluyor. Hemen olmasa da bir gün bu hesaplar tutabilir: Berlin’e gelen Suriyeliler burada kahvelerini yudumlayacaklarına geriye gidip topraklarına sahip çıkabilirler.  

Böyle düşünüyorlar.

Askeri uzmanlar Suriye’nin kara ordusu olmadan özgürleştirilmesinin mümkün olmadığını artık açıkça ifade ediyorlar. Asıl derdi Esad olan Obama da aynı fikirde: IŞİD ile savaşta, ancak yerel halkın desteğiyle, yerel birliklerin savaşımıyla bir sonuç alınabilirmiş. Batı’nın göndereceği askerler “İslamcıları” yense bile, çekilir çekilmez aynı İslamcıların tekrar sahneye çıkıp iktidarı ele geçireceklerine inanılıyor. Fakat Batılı karacıların bölgeye girmesi IŞİD’in arayıp da bulamadığı bir “Haçlı senaryosunun” ete kemiğe bürünmüş hali; malum. IŞİD bölgeye Batılı asker istiyor. Eski bir Hıristiyan demokrat politikacı ve parlak bir medya yöneticisiyken, 60’ından sonra İslam coğrafyasında Batı’nın işlediği suçları keşfedip son yıllarda şaşırtıcı bir -olumlu- dönüşüm yaşayan Jürgen Todenhöfer, kitap ve filmlerinde IŞİD’in bu asıl hesabına çok dikkat çekti:  Paris katliamı  da, Batı’yı Suriye’ye asker göndermeye zorlamak içindi... Todenhöfer böyle diyor.

Gerçekten de Suriye’de sadece Suriyelilerin zafere ulaşabileceği kesinleşti. Onlar bir sonuç alabilirler ve aldıkları sonuç kalıcı olabilir.  Batılı ordularla bu iş yürümez. Ortadoğu’da yabancılarla iş yürütemezsiniz.  Kürtler bu konuda en avantajlı “birim” şimdilerde birilerinin gözünde.  Almanya’daki yüz binlerce genç Suriyeli derme çatma kamplarda, yollarda sürünüyor ve yemek veya giyecek dağıtılırken birbirleriyle kitlesel kavgalar yaparak zaman öldürüyor. Bu tablo, söz konusu senaryonun yakında sahnelenebileceği yolunda işaret vermiyor değil...

Ama gelen Suriyeliler savaş bitince hemen dönmek istediklerini söylüyorlar: “Barış oldu mu, oradayız!” Ama bu barışı ancak onlar kurabilir. Milyonlarca Müslüman sığınmacı neden oldukları maliyetin o bölge için birlikler oluşturulmasında kullanılarak daha iyi sonuç alınabileceği doğrultusunda ipucu veriyor. Yani Türkiye’ye 3 milyar avro verince, orada bir de kara birlikleri konuşlandırmaktan niye kaçınılsın? Ordu kurma meselesi çekmecelerden çıkmak üzere. Milyonları bulan sığınmacılar, Paris ve Berlin’deki hükümetleri bile zangır zangır sallar, rejimlerin tehdit altında olduğu açıkça ifade edilirken… Olmayacak şey değil.

Misal mi? Bosna’ya 1995’te gönderilen Batıl asker sayısı 60 bin civarındaymış.  Kosova’ya da 1999 sonrasında 50 bin asker gönderilmiş. Buralar önce bombalanmıştı malum. Ama bir sonuç alınabilmesi için kara birliklerinin konuşlanması gerekiyordu. Bölgede “barışın” hâlâ sürmesi buna bağlanıyor. İyi de, Balkanlarda olanı Arap dünyasında yinelemek mümkün mü? Pek değil. Suriye böyle bir bilmece işte.  

Sonuçta, böyle bir “sürgündeki Suriye ordusu”, Avrupalılar tarafından ve Avrupa’da kurulup eğitilebilir, ama asıl konuşlanmasını Anadolu topraklarında ve tarihsel Kürdistan’da yapar. Öyle anlaşılıyor. Burada da Türk vasallar ile Kürt vasallar arasında bir ek çatışmanın elinin kulağında olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.

Avrupa’nın bulduğu her çözüm ve barış önerisi, tıpkı ABD’ninki gibi, sadece kan, gözyaşı ve yıkım demektir.  Kapitalizm, artık sadece kan, gözyaşı ve yıkımdan oluşan bu özel yakıtla işleyebiliyor.

Suriyeli askerlerden bir sürgün ordusuymuş... Anlaşılan demokratlar bölge halklarını ve her türlü ilericiliği tamamen sıfırlamış durumda... Daha ne desinler?