Cehennemde iki devre

Şaşkın ördek gibi bir yol bulmaya çalışıyorlar. Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt'ın “demokrasilerin nasıl öldüğünü” anlatmaya çalıştıkları ve hemen diğer Avrupa dillerine çevrilen kitaplarında da (“How Democracies Die”) görüyoruz. “Soğuk Savaş bittiğinden beri demokratik çöküşlerin çoğunun nedeni generaller ve askerler değil, seçilmiş hükümetlerdi” diyorlar. 

Tam bilemiyorlar: Kapitalist gezegenimizdeki para miktarı veya toplam para arzı 100 trilyona yaklaşmışsa, kimilerine göre 60 ile 100 trilyon arasındaysa ve bunun sadece dörtte biri (en fazla üçte biri) ile yeryüzünde üretilmiş tüm mallar satın alınabiliyorsa, krizin büyüklüğünü de tahmin edebiliriz. Demek ki, mevcut para arzının dörtte üçünün karşılığı yok. Bir “tsunami” geliyor insanlığın üzerine. Ama hangi formatta geliyor? Onu bilemiyoruz. Kimse bilmiyor. Bu tsunami sözcüğünü bile geride bırakacak kadar büyük para arzının dolar veya euro cinsinden ifade edilmesine de gerek yok. Çünkü her şey tahminlerle, el yordamıyla anlaşılmaya çalışılıyor. Aslına bakılırsa tahmin bile yapılamayacak durumdayız. Dünya emperyalist-kapitalist sistemi, özellikle de zengin mutfakları, şaşkın. Ne olacak bu “birikimin” sonu? 

Dolayısıyla Levitsky-Ziblatt'ın “Demokratik geri adım artık seçim sandığında başlıyor” diye yazmaları ve örnekleri Gürcistan, Polonya, Macaristan, Ukrayna, Rusya ve hatta Türkiye'den seçmesi, krizin muhtemel izdüşümü hakkında bir fikir veriyor. 

Demokrasi diye diye, Avrupa'dan sosyalizmi kazıyan tekeller, artık kendisini solcu sanan/satan cemaatler dışında, bu ilacın da etkisizleştiğini fark ettiler. Bu nedenle siyaset sınıfının arka odalarında şaşkınlığa ve çaresizliğe, anlamsız gürültüler, çok tehlikeli talepler de eşlik ediyor. 

KAÇ TARZ-I SİYASET?

İki tarz-ı siyasetle dünya kapitalizminin bir istikrarsız denge kurmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Despotik rejimleri özgürlükçü sosyal demokrasilerin izlemesini sağlamaya çalışıyor uluslararası sermaye. Bu “al gülüm-ver gülüm” sistematiğine bir otomatizm kazandırma çabası içindeler. Tutar mı? 

Zincirin zayıf halklarında pek umutları kalmamış gibidir, ama oralardan tekelci sermayeyi tehlikeye düşürecek bir sosyalist irade çıkmayacağından eminler. Hâlâ 1989'un sarhoşluğu ve körlüğü içindeler. İlk bakışta haksız oldukları da söylenemez. Fakat metropollerde de dizginleri elden kaçırma korkuları var. Misal: “Paris yeniden yanar mı?” sorusu yeni yıla devredilmiş durumda. 

Neoliberal çılgınlığın milliyetçi bir içe kapanma ve saldırganlaşma (“sağ popülizm”) sürecine girdiği gözleniyor. Görece müreffeh ülkelerde yoksullaşan halk sınıfları, kültür endüstrisinin büyük etkisiyle, sosyalist projelere değil, “refah şovenizmi” diyebileceğimiz neofaşist çizgilere kitle desteği veriyor. Dünyanın metropollere yönelmiş yoksullarına karşı içerideki yoksulları harekete geçiren bir sağcılık artık iktidar alternatifidir. İşte bu, karşılıksız para dağlarının daha da tehlikeli birer atom bombasına dönüşme enerjisi içeriyor. Dünya ticaretinde kesintiler, siyaseten ağır ve zehirli gölgelere dönüşecektir. Dikta ve gerici, sağ popülist rejimler denilince ilk sıralanan isimler arasında Orban, Johnson, Trump, Putin değil sadece Erdoğan da var. Batı medyası bunlarla dolup taşıyor. 

Bush gidiyor Obama geliyor, o gidiyor Trump geliyor... Boris Johnson'ı Jeremy Corbyn'in takip etmesi kimseyi rahatsız etmeyecekti aslında. Eh, Erdoğan'ın yerine haddini bilen bir sağcının gelmesi de bu senaryonun bir parçasıdır. Hatta ANAP-AKP akrabalığı çok açık bir “sosyal demokratın” Erdoğan'dan tahtı devralması, sermayenin üzerine atlayacağı bir hediye olacaktır. Kafalar böyle çalışıyor. Türkiye'nin, bir partisi hariç, tüm sol cemaatlerinin kafası da bu ayarda, ne yazık ki... Erdoğan gidince (“her şey değişince”) her şeyin eskisi gibi kalacağını birileri iyi biliyor. 

Denge, böyle bir denge. İstikrarsız, tamam, ama bir denge yine de... 

Dünyanın egemenleri de yukarıda değindiğimiz rakamların, er ya da geç bir “crash” doğuracağını biliyor. Bunun pek bir şeyi değiştirmeyeceği iyimserliği içindeler. Bilen bilir, Giuseppe Tomasi di Lampedusa, ünlü romanı “Il Gattopardo” (Leopar) içinde bir yerde sermaye kafasını “Her şeyin nasılsa öyle kalmasını istiyorsak eğer, her şey değişmek zorunda” sözleriyle özetlemişti. Bu zihniyet, mülk sahibi sınıfların sınıf mücadelelerinden çıkardığı en önemli ders. Ankara'nın Suriye-Libya hattındaki askeri maceraları, bir felaket olacağı anlaşılan “Kanal İstanbul”, dünya sisteminde ve Türkiye'de patlayan krizin nerelere açılabileceği hakkında yeni bir fikir  veriyor. 

KATALİZATÖRLERİN ROLÜ 

Acı olan şu: Türkiye, zangır zangır titriyor, ama “sol cemaatlerde” hâlâ “devrimci partiyle sosyalist iktidar arayışı” dışında her şey mubah. Burjuvazinin iki devre anlayışı “sol cemaatlerin” katalizatörlüğünde sermayeye mutluluk taşımaya devam ediyor. Ankara mı? Türk-İslam sentezi, şu sıralarda zayıf Kürt-İslam sentezi ile işbirliği içinde baskıcı bir senaryoyu sürdüremezse, katalizatörlerin yardımıyla daha liberal bir “devre” denenebilir. Masayı devirecek bir güç yoksa, bu cehennemi oyun, böyle iki devrelik kanlı cilveleşmelerle sürer gider. Erdoğan düşer, İmamoğlu oturur; hesap, bu.  

Ancak evdeki hesap çarşıya uymayabilir de, çünkü gelen kriz, bir tsunami. Bizim gibi “müseccel komünistler” değil bunu bağıran, uluslararası arenadaki “müseccel sağcılar” da ayılıp bayılmaya başladı. Kriz büyük. Zayıf halka Türkiye'de, eğer sosyalizm düşmanı sol cemaatler etkisizleştirilebilirse, buradan devrimci bir sürprizle çıkılabilir.   

100 yıllık bir öykü yineleniyor: Sovyetler Birliği'nin olmadığı bir 1919'dayız sanki. Daha doğrusu 1914 öncesindeyiz: Cumhuriyeti bitiren Türkiye, malum, “Yeni Osmanlı” havalarında. 

Tarih tekerrür etmez, ama tarihte benzerlikler vardır. Bildiğimiz Türkiye'nin, eski değil, şu AKP Türkiyesi'nin, yani “cumhuriyetin bir türlü gömülemeyen, ama her gün tecavüz edilen cesedinin” bile 2020'leri atlatması zor. Fakat “cehennemde iki devre”, sadece Türkçeye böyle giren bir Zoltan Fabri filminin adı değil, sosyalist iktidarla tarihin çöplüğüne atılabilecek bir kanlı oyunun da adı. 

Önce bu cehennemi oyunu iptal etmek zorundayız. 100'üncü yılımızda bu, mümkün. Her şey mümkün.