Çatırtılar: Alametler?

Avrupa’nın hegemon gücü, Britanyalı ünlü araştırmacı Hans Kundnani’ye göre ise “jeoekonomik gücü” Almanya, şaşırtıcı boyutlar kazanan servet birikimine rağmen, belki  tam da o yüzden, içeride ve dışarıda ciddi sorunlarla yüz yüze. Bu sorunlar böyle birikirse, Türkiye’nin dış dünyadaki ilk irtibat merkezi Almanya, ciddi bir gerilime sahne olur.

Sorunlar dedik...

Dışarıda: AB’nin, Almanya’ya yakın Avusturya ve Hollanda, bir de İskandinav ülkeleri dışındaki eski zenginleri (“Bir zamanlar kartaldılar!”), siyaset sınıfları ne derse desin, pratikte ve somut rakamlarla, bu eşitsizlik cehenneminde yanıp duruyor. Sadece çevre (Atina, Lizbon, Madrid, Sofya, Bükreş vs.) değil, eski merkez dediğimiz Paris, Londra, Roma da...

Ernest Mandel okulunun çalışkan öğrencisi ve Almanca konuşulan dünyanın gerçekten iyi iktisat gazetecilerinden Winfried Wolf, galiba sekiz yılı geride bırakan üç aylık sosyalist iktisat dergisi “Lunapark21”in yeni sayısında avronun AB’nin merkeziyle çevresi arasındaki uçurumu nasıl açtığını belgeliyor. Cari denge tablolarından biri gerçekten acımasız: Federal Almanya avro öncesi (1993-2000) dönemde 172,5 milyar avro tutarında bir cari açık verirken, avro döneminde (2001-2015) tam 2 trilyon 55 milyar avroluk bir cari fazla vermiş. Küçük ve Almanya’nın yedek lastiği Avusturya da çok kârlı. Ama durum Fransa, İtalya için bile felaket. Fransa avro öncesi dönemde 175,2 milyar avroluk cari denge fazlası verirken, yani bazı kalemleri ihmal ederek ve kabaca söylersek, elde ettiği döviz harcadığından fazla olurken, bu rakam 2001-2015 döneminde 312,9 milyar avroluk bir cari açığa dönüşmüş. İtalya ilk dönemde gerçekleşen 132,2 milyar avroluk cari fazlasını, avro sonrasında 169,1 milyar avroluk bir açık olarak “idrak etmiş” durumda. İspanya’nın da, yine aynı dönemde, 39,9 milyar avroluk cari açıktan yaklaşık yarım trilyon avroluk bir cari açığa “yükseldiğini” gözlüyoruz. Yunanistan avro öncesi dönemdeki 28,8 milyar avroluk açığını, avro sonrasında 235,3 milyar avroya yükseltme “başarısını” gösteriyor. Portekiz de benzer rakamlara sahip. Özetle, çevre merkeze, daha doğrusu Almanya’ya çalışıyor.

AB, gerçekten Merkel sistemine çalışıyor ve Berlin rejiminin AB’deki en besili hedef olduğu kuşku götürmeyecek kadar açık. Bu tablolarla hedef olmaktan kurtulması zaten mümkün değil.

İçeride: Almanya’daki bu korkunç sermaye ve/veya servet birikimi, tabana neredeyse hiç yansımıyor. Toplumsal gerginlik “iyi ekonomik rakamlara rağmen” çok belirgin. Şu anda ülke gündeminin en önemli bir konusu, yoksulluğun neden böyle yayılıyor olması. Hatta mültecilerle birlikte sefaletin de bu tablodaki yerini alması... Servet birikimi, AB içindeki en adaletsiz gelir dağılımına Almanya’nın sahip olduğunu gösteriyor. Alman siyasetinde son birkaç aydır yaşanan hızlı eksen kayması ve sağ popülizmin (AfD), tek tük sol sloganları da yedeğine alıp (bizdeki Sözcü gazetesi tipi uyanıklıkları hatırlatırcasına) büyük bir çıkış gerçekleştirmesinin temelinde, halktaki bu yoksullaşma korkusu ve geçen yıl 2 milyon sınırına dayanan, bu yıl ne olacağını kimsenin bilmediği mülteci akını (“yeni kavimler göçü”) yatıyor.

Neoliberalizm bayrağını elinden bırakmamakta kararlı Başbakan Angela Merkel’in partisi CDU ve Bavyera’daki kardeş partisi CSU’nun, bugün seçim olsa, birlikte yüzde 32’de kalacağı dün ortaya çıktı. Ama sistem sosyal demokratları da kendine benzetti ve kemirdi: Aynı anketlerde SPD yüzde 22’de kalırken, üçüncü parti konumunda yüzde 13 ile AfD’yi görüyoruz. Onu yüzde 12 ile Yeşiller Partisi, yüzde 8 ile (Oskar Lafontaine ve Sahra Wagenknecht hariç “Alman Ufuk Uras’larının” işgalindeki) Sol Parti ve yüzde 6 ile de liberal FDP izliyor. İki büyük partili sistem yıkılmış durumda.

Bu, Berlin için büyük bir sorun. Zenginliği, yabancılardan elde edilen gelirler üzerine kurulu bir ülkenin içeride yükselen yabancı düşmanlığıyla daha da büyüyen bir hedefe dönüşmemesi ve sarsılmaması, imkansız.

Türkiye, dış dünyadaki bu partnerinin yaşayacağı dalgalanmaların çok daha büyüğüne sahne olacaktır. İki ülke, Soğuk Savaş’ın en hevesli iki antikomünist cephe ülkesi olmanın dışında, 12 Eylül’den beri tam bir kader birliği yaşamaktadır; biliyoruz.

Bir nokta kesin: Berlin, artık Erdoğan’dan hiç hoşlanmıyor. Haftalık haber dergisi Der Spiegel’in dün medyada büyük ilgiyle karşılanan son kapağı çok açık. Erdoğan’sız bir “AKP Türkiyesi” Berlin’in yol haritasında bulunuyor.

Peki, AB’nin yol haritasında Merkel’siz bir “Merkel Almanyası” olabilir mi?

Antikomünizmin iki cephe ülkesi arasındaki, biri zengin biri yoksul, birinin diğerine çalıştığı bu ortak yaşamın artık devam edemeyeceğini şimdiden görebiliriz. Bu ise kriz, savaş, içsavaş ve toplumsal çözülme demek.

Böyle bir ortamda sosyalistlerin “Yahu boş verin sosyalizmi filan, demokratik bir şeyler yapmaya çalışalım!” yaklaşımı kadar sol dışı bir meşgale olamaz

Çözülmenin, çöküşün ve patlayacağı kesin savaşın ortasında, sosyalizm damgalı bir kurtuluş programı dışında, hiçbir şeyi kurtaramayacağını önce solcuların anlaması gerekir.

Başka bir temiz yan mı var bu rezil bataklıkta? Hadi daraltalım: Türkiye’de, Türkiye’yi önemseyen, onu anomali saymayan ve Batı’nın tekelci demokrasileri için kurban etmeyi düşünmeyen, bu çözülmeden büyük bir sol çıkış yaratabileceğini düşünen sosyalistlerinin dışında bir temiz yan gören var mı?

Solculuk taslayan “sosyalizme karşı birleşik cephe” militanlarına ve yaşanan kitle katliamlarına bakıp yanıt verilebilir.

Gerilim artıyor. Çatırtılar herkesin malumu. İçeride ve dışarıda.

Ya sol Türkiye, ya yok Türkiye!