Bir tercüme odası: Metastaz (2)

Metastaz, bir kitap başlığı olarak gerçekten de akıl açıcı, doğrudur, ama toplumsal kurumların yaşam pratikleriyle insan tekinin yaşam pratiğine dahil tıbbi teşhisler sadece bir noktaya kadar, o da çok küçük, paralellikler gösteriyor. Bunu kabullenmek durumundayız. 

Burada da öyle. Türkiye’deki toplumsal yaşamın, hızla yayılan bir dincilik-milliyetçilik uruyla ölüme gittiğini, ama toplumsal yaşamın, tek insanın yaşamından farklı olarak, bir yeniden kuruluş yaşayabileceğini unutamayız. “Reset”, pek olmuyor. Toplumsal yaşamda fabrika ayarlarına dönmek mümkün değil. Ama yaşamak mümkün. Bir başka deyişle, insan tekinde olmayan, onu ölüme götüren süreç, toplumları bir yeni başlangıca, arınmaya ve yükselişe taşıyabiliyor. Yeni yaşam kapıları açan krizlerden geçiyoruz. Bu da karamsarlığı ve depresyonu gündem dışına itebiliyor. 

Burada, şöyle: İnsan için karanlık bir kapı olan metastaz, böyle bakınca, toplumsal kurtuluş kapısını aralayan bir müjde gibidir. 

Hatta şu: Eğer bu metastaz toplumsal pratiğe damgasını vurmamışsa, bir kurtuluş sürecinin başlaması mümkün değildir. İnsan tekiyle toplumsal kurumların birbirinden ayrıldığı noktalardan biri, işte. Marx, Siyasal İktisadın Eleştirisi Üzerine’nin önsözünde, 1859’da Londra’da, bir toplumsal formasyonun içindeki tüm üretici güçler gelişmedikçe batmayacağını ve daha yüksek bir formasyonun onun yerine geçemeyeceğini yazarken, aslında biraz da bu metastaz kaderini tarif etmiyor muydu? Denetim dışı hücre çoğalması insanı öldürüyor, ama toplum, benzer bir deliriumdan bir üst toplumsal formasyonla çıkabiliyor. Aşırı üretim, kâr oranlarının düşüş eğilimi? 

Demek ki, sosyalistlerin fazla şikâyetçi olmaları için ortada bir neden yok. Eski toplumun efendileri toplumsal yaşamı, başta ekonomi olmak üzere tüm kurumları paramparça ederek, mevcut yapıları işlemez hale getirerek, yeni toplumun bir gereklilik olarak sahne almasını sağlıyorlar. Marx, bir yanıyla da, erken metastazların açtığı kapıları gözleyen adamdı. 

Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun kitabını bu gözle okumakta büyük yarar var. En azından devrimciler için bu, böyle. 

Metastaz, birçok ayrıntıyı anlaşılır bir dille sorguluyor. Çöküşü anlatıyor örneklerle ve biz genel okur algısının dışına çıkma cüreti göstererek, bütün bu kirli ayrıntıları, Erdoğan veya AKP Türkiyesi’nin nasıl bir bataklık olduğunu somut halleriyle görmekle, cumhuriyetin paramparça edilip ülkenin tarikatlara nasıl peşkeş çekildiğini öğrenmekle kalmıyoruz, bütün bunları “neden” olarak değil birer gösterge veya “sonuç” olarak da görüyoruz. 

Demek ki, kemalistler veya sol kemalistler ile sosyalistlerin/komünistlerin arasında böyle bir ayrım var. Bu dağılan bünyeyi, çökmüş cumhuriyet rejimini, eski haliyle yeniden kurmak mümkün değil. Yepyeni bir oluşum cüreti göstermek gerek. Bu üretim ve mülkiyet temeli sürdükçe, mevcut yıkım tablosunun temizlenebileceğini düşünmek, ham hayaldir. Ancak iki genç yazarımız da, bunun fazlasıyla farkındadır ve kitabın sonunda açıkça meselenin özüne dikkat çekmeyi ihmal etmiyorlar: 

“Gülen’in önünde eğilen zenginler bir savcının önünde eğilmek zorunda kalmadılar. Bu da AKP’nin temsil ettiği sınıfı bize hatırlatıyor.” (s. 252) 

Gülen-Erdoğan operasyonu, AKP Türkiyesi, baştan sona bir sermaye operasyonuydu. Toplumun tüm cumhuriyetçi algılarını (“yurttaşlık bilinci”) kırmak, halkın sinirlerini almak ve çalışan sınıfları dinci bir tevekkül içinde her türlü sermaye mihnetine boyun eğecek şekilde biçimlendirmek, düzen muhaliflerini de bu dinci-milliyetçi obüslerden edinerek kendini korumaya mecbur bırakmak... Dinci-milliyetçi sermaye operasyonları, muhalefeti de kendilerine benzetiyor. Düzen muhalefeti, dinsel, milliyetçi tonlara/renklere ağırlık vererek halkı kendi yanına çekebileceğine, metastazın da önlenebileceğine inanıyor. Olmayacak duaya hep birlikte amin diyorlar. 

Küçük bir kapı, metastazın hazırladığı bir başka olanaktır oysa: Çürüme, yokluk, çöküş, tüm toplumu, daha doğrusu toplumun en dirençli odaklarını, işçi sınıfı başta olmak üzere, din dışı bir siyasete onay vermeye hazırlamaktadır. Çöküşten dincilik sorumlu tutulacaktır madem, sonuç buraya açılabilir. Tabii düzen dışı solun ferasetine ve etkinliğine bağlı olarak... 

Kitap, Menzilciler, Süleymancılar, Kurdoğlucular, Yazıcılar vs. birçok yeni tarikat girişimine, bunların muharebelerine dikkat çekiyor. Bir tarikatlar ağı, toplumu avuçlarına aldığına inanmaktadır. Buradan bir kaotik “Reis Bilmecesi” çıktığını söyleyebiliriz. Kitap, bu bilmeceyi ve kördüğümlerini de tartışmaya açıyor. Taner Yıldız’ın Menzilciliği (s. 31), tarikatlar arası suçüstü yarışmaları (s. 41), İskenderpaşa Cemaati’nin yeri (s. 69), Hakyolcu görünmenin anlamı (s. 71) ayrıntılarıyla işlenirken, aslında şu sergilenmiş oluyor: İslamcıların işgalindeki Türkiye’de zenginleşenlerin bedel falan vererek üzerlerindeki baskıları yargıdaki bazı isimlerin yardımıyla bertaraf etmesi, “yargıya inancın son kırıntılarını“ da siliyor ve tam burada, sermaye içi çatışmaların geldiği nokta açığa çıkıyor. (s. 132)  Ahmet Küçükbay’ın öyküsü, örneklerden biri. Fettah Tamince, Murat Ülker, Nurettin Eroğlu... Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in inanılmaz tırmanışı... Bütün bunlar, bağışıklık sistemi tamamen çökmüş bir bünyede, devlette yaşanabilir. 

İşte iki Barış, aydınlanmacı cumhuriyet yıllarında Kuran’ın yasaklandığı yalanlarına işaretle, önemli bir saptamada bulunuyorlar: 

“Zira samimi inanca sahip olan yurttaşların ülkelerinden manen kopartılıp ajanlaştırılması (...) için (...) bu yabancılaşmasının üretilmesi gerekiyor.” (s. 225)

Sadece İslamcılık mı? Sanki liberal sol denilen ve Türkiye tarihine de Türkiye ilericiliğine de bazen sırf dinsel, etnik, liberal vs. gerekçelerle bir “anomali” olarak bakanların halini anlatıyor. Bu yabancılaşma efekti, bir sermaye merhametsizliğidir ve sosyalist devrimde ısrarlı bir devrimci muhalefetin neden “yurtseverlikte” ısrarlı olduğunu da açıklayabilir. 

Kitap, İstanbul sermayesinin Gülen’in önünde eğildiğine dikkat çekiyor. Biz buradan aynı sınıfın en laik unsurlarının bile AKP ve Erdoğan’ın önünde nasıl ve neden eğildiği sorusuna yanıt bulabiliyoruz. 

Oradayız: “Belge’li Birikim Gericiliği”nin her biri diğerinden cahil lafazanlarının, bir sürü “kazip şöhretin” elinden tarihimizi çekip alan, gericiliğimizin kaynaklarını genç ilerici kuşakların önüne getirip tartışmaya açan bir kitap bu. 

Metastaz’dan sonra, toplumsal bir yeniden kuruluşun ipuçlarını toplayabiliriz. 

Açıkça ilan ederek: Cumhuriyetin devamı sosyalist bir yeniden kuruluşla mümkün. Satış rekorları kırmaya aday bu kitap, Metastaz, işlediği ayrıntılarla, sosyalist bir yeniden kuruluş ve sosyalist bir yurtseverlik dışında, bu topraklarda bir daha feraha ulaşmanın mümkün olmadığını kanıtlamış sayılmalıdır. Bu kitaptan sonra kimse “fabrika ayarlarına dönüş” arayamaz. 

Sonun başlangıcında hep böyle güzel sürprizler de olur. 

Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın yeni bir sahne açtığını, burada artık sadece sosyalist bir cüretin sözünün geçeceğini eklemekle yetinelim ve bu sahnenin de çok yeni sorular içerdiğini belirterek perdeyi kapatalım. 

Akıllarına sağlık...