'Bilmiyorlar, ama yapıyorlar!'

Peki bunlar, yönetenler ve hizmetkârları, yapabilirler mi, biliyorlar mı? Yani, ne yaptıklarını biliyorlar mı? Nasıl yakıp yıktıklarının farkındalar mı?

Kendi aralarında konuşurken birbirlerinin cehaletiyle alay ettiklerini biliyoruz. Ama bunu sürekli yinelemeleri yine de hayra alamet değil; bir yanıyla son derece kırılgan bir sistemde yaşadığımızı pek sık itiraf eder oldular.

Örnek çok. Birisi, dışarıdan: Son dönemde kitapları büyük ilgiyle izlenen, hatta sonuncusu (“Flash Boys”) neredeyse aynı anda ABD’de ve Federal Almanya’da basılan Amerikalı iktisat gazetecisi ve yazar Michael Lewis... Hazret, “Wall Street’teki isyanı” anlattığı son kitabı nedeniyle geçen ay Almanya’daydı, dolayısıyla Frankfurt Kitap Fuarı çerçevesinde toplantılara katıldı, bu arada Wall Street’teki “kültür savaşı”na yönelik cüretli demeçler de verdi. Lewis, Wall Street’e egemen kadroların, reel ekonomiden artık neredeyse kopmuş durumdaki para ve sermaye piyasalarında bilgisayar teknolojisinden yararlanarak kurguladıkları “yüksek frekans ticareti” üzerinden milyarlarca dolar ve milyarlarca insanın kaderiyle oynayabildiklerini, ama bu insanların aynı zamanda müthiş birer cahil olduğunu anlattı. Lewis, özellikle Handelsblatt gazetesinin sorularını yanıtlarken, dolar cambazı bu teknokratların içinde yaşadıkları ve servet kazandıkları kompleks sistemler hakkında hiçbir bilgileri olmadığını, bu sistemleri ve “büyük fotoğrafı” hiç anlamadıklarını hatırlattı. Milyarlarca doların ve milyarlarca insanın hayatı üzerine zarlar atılan piyasaları bilgisiyar teknikleriyle manipüle edebilen yeni ortaçağın sözde şövalyeleri, piyasa denilen şeyi bile bilmiyorlardı.

Yanlış değil.

Bu büyük eksikliği geleneksel ve/veya yeni dinlerle, onlara yeni yöntemlerle ibadet ederek kapatmaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bu, her yerde böyle.

Yani New York, Washington, Berlin, Paris, Roma veya İstanbul-Ankara’nın egemenleri arasında nitel bir fark yok. Teknokratlar (“manager”) gerçekten cahil ve bütün bu cehaletlerine rağmen milyonlarca insanın, elbette rızalarıyla, kaderlerine hükmedebiliyorlar. Sistem, yönetim kadroları için böyle benzer özellikler taşıyan bir insan malzemesine ihtiyaç duyuyor ve toplumsal rızayı da başta medya olmak üzere bunlar üzerinden üretiyor. Yani medyadaki kanaat önderleri aslında piyasalardaki irili ufaklı havarilerin izdüşümleri. Onlardan daha akıllı oldukları söylenemez, fakat yardımlaştıkları, birbirlerine yol açtıkları söylenebilir.

Benziyorlar, dedik: En üst katlara baktığımızda bile, diyelim Berlusconi ile Erdoğan arasında, bir fark görebiliyor muyuz? Birinin diğerinden daha mazbut olduğu mu sanılıyor? Hangi alanda? Bir adım daha atabiliriz: Acaba François Hollande veya Matteo Renzi ile Erdoğan ailesinin çeşitli fertleri arasında, görünümleri dışında, herhangi bir entelektüel fark bulabilir miyiz? Helmut Schmidt-Gerhard Schröder- Sigmar Gabriel okuluyla “Ecevit-Baykal-Kılıçdaroğlu okulu” arasında büyük farklar arayan da herhalde abesle iştigali sevmektedir. Asıl soru, Türkiye’den neden bir Oskar Lafontaine çıkmadığı ve bu eksikliğe şaşırılmadığıdır.

Neyse, arayan elbette bulur. Ama, iyi düşününce görmek kolay: Aralarında köklü bir fark yoktur. Dincilikte ve dindarlıkta, hepsinin ortak bir ibadet paydasına sahip oldukları anlaşılıyor. Piyasa tanrısı ile “ahir zaman” dini demokrasi, ki tıpkı finans piyasalarının reel ekonomiden kopması gibi egemenlerin demokrasi diye sattıkları şey de emekçi insanların yaşamından tümüyle kopmuştur, bu politikacıları birbirine yapıştırıyor: Silvio Berlusconi her yerdedir yani ve bizim söylemek istediğimiz şey, biraz daha farklı bir yerde.

Şurada: Bütün bu teknokratların veya aparatçiklerin ortak özelliği, büyük fotoğrafı görecek bir yeteneğe sahip olmamaları ve bu yeteneksizlikleri oranında da yükselip büyük olanaklara kavuşturulmaları. Böyle tehlikeli bir biçimde kanırtılan sistemin sonsuza dek varlığını sürdürebileceğine inanılıyor. Peki. Ama mesele şu: Fotoğrafın tamamını okumaktan veya içinde yaşadığı, varlığını borçlu olduğu sistemin temellerini ve yaptıklarının sonuçlarını algılamaktan aciz böyle vidaların temsil ettiği bir sistemi, kapitalizmi/emperyalizmi, biz neden yıkmakta güçlük çekiyoruz?

Onlar fotoğrafın tamamını görüp yorumlayamıyor, bir körlük içinde şişiyor; biz ise rahatça görüp yorumlayabiliyoruz. Ama yine de bu pervasız uşakların kanırttığı kanlı sistemin işleyişini ve toplumsal rızayı durduramıyoruz. Haklılığımızı krize rağmen iktidara tahvil edemiyoruz.

Acı, fakat bunda şaşılacak bir şey yok. Sosyalist, dinsel anlamında değil, ama bir yanıyla da doğru zamanı, yani nihai kırılmayı önceden görebilen, bu nedenle biraz beklemesini bilen bir türdür. Sosyalistlerin entelektüel düzeylerinin yüksekliği, olan bitenleri algılama, bunları analiz etme ve sonuçlarını öngörmekteki üstünlükleri, onların güncel politikaya hemen müdahale etmesini sağlamıyor. Yeni ortaçağda bu talihsiz tablonun daha da yayıldığına ve kökleştiğine tanık oluyoruz. Her biri diğerinden daha bilgisiz ve dar görüşlü on binlerce para veya devlet görevlisinin elindeki kapitalizm ve emperyalizm, göz göre göre yalanlar sıralayarak ülkeleri işgal ediyor, sınırları ve milyonlarca insanın yaşam kaynaklarını ortadan kaldırıyor, yoksulluk ve az sayıda elde toplanan servet artışında rekorlar kırıyor, ama bu anormalliklere her yerde dikkat çeken sosyalistler etkisiz kalıyor.

Demek ki, feraha çıkmadan önce büyük bir kırılma ve sıkılma yaşanması gerekiyor.

Köklü bir çöküş yaşanmadıkça, insanların bu büyük ahlaksızlığa, açlığa, yoksulluğa ve kırıma karşı çıkması beklenmemelidir. Medya veya demokrasi etiketli uyuşturucular, sermayenin gerek duyduğu her rızayı yaratabiliyor. Uyuşturucu, büyük kırılma noktasına kadar etkisini sürdürebiliyor; özellikle de medya ve onun liberal tetikçileri.  Talihsizlikleri şurada ki, böylelikle bir zayıf halka da oluşturuyorlar.

Oradayız. Michael Lewis türünü bile rahatsız eden bu cahil sürü, özellikle zincirin en zayıf halkalarında, mesela Türkiye’de, cehalet ve pervasızlıklarıyla öyle dinamikleri harekete geçiriyorlar ki, büyük bir yıkım olmadıkça sistemi değiştirmeyecek insanlar, önceden “Yetti be! ” diye sokağa çıkıveriyorlar: Haziran 2013, başka bir sinyal miydi?

Başkaldıran insan, gerçi sonra da sokaktan eve çekilebiliyor, iktidar için güven veren bir siyasi hareket olmadıkça daha ileri gitmiyor, ama, Wall Street’te veya İstanbul’da, yeni Türk-Kürt zenginlerinin düzeysiz gösterişlerinde uç veren çelişkiler boğazlarına sarılmaya başlayınca, bütün bu olup biteni gömeceğinin de ilk işaretlerini veriyor. Sokaktaki insan...

Şımarık ve her türlü kanı emmeye hazır cahil aparatçikler, New York, Berlin, Paris veya İstanbul’da, hiç göremedikleri/göremeyecekleri bir adım sonrasının kendi sonlarını hazırlayacağının farkına varmadan yaşamaya ve saldırmaya devam ediyorlar. Büyük fotoğrafı ve bu anormal soygunun yakında orta yerinden yarılabileceğini görenler, ister istemez iktidara mecbur bırakılıyor.

Ahmak ve dünyadan habersiz milyarder yatırımcıların dünyası çoktandır bir tür dünya savaşına dönüşmüşken, böyle düşünmemek, tarihe içkin o iyimser maddeciliğe karşı çıkmak anlamına gelir. Bir de 100 yıllık bir saptamanın doğruluğunu görmemek: Sistem, zayıf halkadan parçalanacaktır.

Oraya gidiyoruz. Bu anormalliği taşımak istemeyen insanların, sosyalistleri ve onların kurtuluş programını görmek zorunda kalacağı zamana...

Karşıdevrim de bir devrimdir ve biz, bir kez daha hatırlatmış olalım: Kırılma başlarsa, üç gün içinde tanınmaz bir ülkeye dönüşeceğimiz kesindir. Şu sırada 25’inci yılı “kutlanan” karşıdevrim süreci gibi: On binlerce insan Leipzig’den sonra Doğu Berlin’de daha iyi bir sosyalizm ve sosyalist bir cumhuriyet için reformlar şiarıyla sokağa çekilmişti, neredeyse bir hafta içinde gündemde ne cumhuriyet ne de sosyalizm kaldı. Birkaç ay içinde de yaklaşık 17 milyonluk bir ülkenin 2.5 milyon insanı işini kaybetti, cumhuriyet de ortadan kalktı.  

İşte bu kaderin, kapitalist cumhuriyet için sosyalizm doğrultusunda ve elbette tersinden, on kat daha geçerli olduğunu Türkiye’de de göreceğiz. Ancak, iktidardaki bir avuç zorba zenginle bunların cahil memurlarının bunu anlaması mümkün değildir.