Bildiğimiz bataklık

Şaşırtan bir şey yok. Türkiye’de ve CHP’de ne oluyor, işler nasıl dönüyorsa, üç aşağı beş yukarı benzerini Almanya ve SPD’de görebiliyoruz.
Malum, SPD, beklenen seçim hezimetinin ardından Angela Merkel ve iki Hıristiyan demokrat parti CDU ve CSU ile “büyük koalisyon” hazırlığı içinde. Parti oligarşisinin en bayağı bir antiomünizmle Sol Parti’ye saldırıları sürüyor, çünkü Yeşiller ve Sol Parti ile “sol bir koalisyon” mümkün. SPD üstyönetimi, Merkel ile ortaklığa tabanı ikna edebilmek için postmodern/postdemokrat ve Almanca bir “Vatan-Millet-Sakarya” edebiyatı sahneliyor. Ne olacaktı ki?

Demek ki, CHP’nin memnunları ve memnun olmayanları, ruh ikizlerini bol bol Almanya ve SPD çevresinde bulabilirler. Aynayı Avusturya’ya, Fransa’ya, İtalya’ya tuttuğunuzda da farklı tablolarla karşılaşmayacaksınızdır. Türk medyasında bu konuda pek bilgi olmadığından yakınanlar varsa, haklıdır. Bizim gazete hariç, yerleşik Türk medyasında pek Avrupa haberi bulamazsınız. Şu sıralarda Avrupa haberleri muhtemelen toplam haberlerin yüzde 1-2’sine ulaşmıyordur. Spor ve magazini çıkarırsanız o da yok. soL’un dış haber ısrarı neden çok önemli, buna bir ara yine değineceğiz. Derdimiz, başka bir noktaya dikkat çekmek.

Şuna: Batı Avrupa, en zengin merkezlerindeki ucuz siyaset oyunlarını Türkiye’den ithal ediyor gibidir ve tersi, Türkiye’deki bayağı siyaset sahnesi, sanki senaryoları ve aktörleri, özellikle egemen sınıflar arası cilveleşmenin kahramanlarını, isimlerini değiştirip ortalığa salmaktadır.

Birbirlerini pek sevimli bulmayan Angela Merkel veya Tayyip Erdoğan ya da François Hollande, bütün iniş çıkışlarıyla aynı resmin rengidirler. SPD Genel Başkanı Sigmar Gabriel’in, ki Türk olan ilk eşinden bir kızı var, at pazarlığından farksız koalisyon görüşmelerinde Merkel’den “kıl koparmaya” çalışırken verdiği izlenim, yeni anayasa tartışmalarında Erdoğan karşısındaki Kılıçdaroğlu’dan çok da farklı görünmüyor. Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir benzeri politikacılara ise ülkemizin her kasabasında ve her partisinde rastlamak mümkün. Fena sağcıdırlar.

Ancak bir fark yine de var: Almanya ve Fransa’da, bu büyük benzerliklere rağmen kitleselleşebilmiş sol partiler de var. “Sol Parti” veya “Sol Cephe”, anakronik reel sosyalizm düşmanlığında bazen ipin ucunu kaçırsalar da, Almanya-Fransa ekseninde sosyal demokrat üst yönetimleri, sendikaları, hatta kiliseleri fena halde tedirgin edebiliyorlar. Özellikle Sigmar Gabriel, SPD tabanından destek almazsa, hep birlikte silinip süpürüleceklerinin farkında. SPD’lilerin solculuğundan değil, dışarıdaki solun giderek büyüyen ısrar ve gücünden korkuyorlar... Yoksa, kariyeristler ve şaşkın yoksullar dışında zaten kimsenin SPD’den emekçi sınıflar lehine bir şey beklediği yok.

Oraya geliyoruz: İşin püf noktası, “sol sosyal demokrasi” veya “sağ sosyal demokrasi” gibi bazı oyunbaz kavramlarda ya da “Demokrat olunuz lütfen!” ricalarında yatmıyor.

Yerleşik parlamenter rejim, üzerinde soldan, sokağın ve yoksulların, emekçi sınıfların örgütlü siyasal tepkisini hissetmiyorsa, egemen sınıfların yarış atlarının “Üsküdar’a kolayca geçeceğini” iyi biliyor. Aslolan solu, yani emeğin iktidar kararlılığını, antiemperyalist yurtseverliği, sosyalist bir hükümet olasılığını gündemin ilk sırasına zorla yerleştirmektir. O seçenek, bu küresel barbarların, Hıristiyan veya sosyal demokrat, liberal, yeşil, kısaca her tür “sivil” oyunbazın elini kolunu bağlayacak yegane güçtür.

Haziran Direnişi’nden “Oyunbazların oyununu bozmak mümkün!” sinyali almamış mıydık?