Berlin’de bir peşkeş seansı

Normal şartlarda bomba etkisi yaratacak bir ziyaret ve konuşmaydı, ama anlaşıldığı ve Tayyip Ajansı (AA) kodlarından sızdığı kadarıyla, pek ciddiye alınmadı. Kamuoyu da ilgilenmedi. Türkiye, bırakın normaliteyi, kendisini kaybetmiş bir geçici çadır devletidir artık. Parçacıklar siyasetinin kucağında hızla küçülen bu tuhaf diktatörlüğün, her anlamda küçülerek, sadece bütün bir cumhuriyet tarihini değil, solumuzun haklı olarak İkinci Büyük Savaş’tan sonra hep uşaklıkla suçladığı “Türk diplomasi kültürünü” de yerden yere vurduğunu gösteren ifadeler artık olağan sayılıyor.

Türkiye Cumhuriyeti Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, geçen hafta başında Berlin Güvenlik Konferansı’na geldi ve Batılı dostları önünde adeta yere kapandı. “Bizi ne diye bööle hor görüyonuz yaw?” mealinde sızlandı. Kendini ve bitirdikleri cumhuriyetin son kırıntılarını da egemenlerin ayakları altına serpiştirdi. Döndü.

60’lar veya 70’lerde olsa, bu ziyaret ve konuşma Ankara’yı karıştırırdı. Türkiye’nin iktidarları, sokağa el koymuş devrimciler nedeniyle, böyle bir düşüklüğe göz yumamayacak kadar dikkatliydi o zamanlar. Bağımsızlık ve aydınlanmayı açıktan pazara çıkaramıyorlardı. Eski çamların bardak olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Adam, kendi ajansına ve medyasına göre de, “Türkiye hem AB adayı bir ülke hem de NATO müttefiki olarak  AB’nin ortak bir güvenlik ve savunma politikası geliştirmesine sürekli destek vermiştir. Bu bağlamda Türkiye, davet edildiği tüm AB operasyonlarına katılmıştır. Ancak AB Türkiye ile daha yakın işbirliği geliştirme konusunda eşit derecede istekli olmamıştır” dedi ve Türkiye’nin katkı sağladığı AB operasyonlarının planlamalarına ve hazırlıklarına neden davet edilmediğini kendince sordu. İyi mi? Diktatörün medyası da, fazla büyütmeden, ama zevahiri de kurtarmak için, haberinde İsmet Yılmaz’ın, “Türkiye’nin Avrupa Savunma Ajansı’nın geliştirilmesi sürecinden dışlanmasını ve gizli bilgilerin değişimi konusundaki güvenlik anlaşmasının Türkiye ile imzalanmamasını” eleştirdiğine yer verdi. Gerçekten de, Türkiye’ye yönelik siyasi engellemelerin kaldırılmasını isteyen Yılmaz, “AB üyesi olmayan NATO müttefiklerine, AB’nin savunma inisiyatiflerinde ve Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’nın (OGSP) planlama ve karar alma mekanizmalarında taahhütleri ve katkılarına uygun şekilde yer verilmelidir” demiş bulundu.

Üzerinde uzun süre çalıştıkları anlaşılıyor.

Bütün bunları “Bizi adamdan saymıyorsunuz, ama böyle yapmayın, yoksa valla görürsünüz” diye tercüme etmek mümkün. Batı da zaten böyle ve doğru anladı.

İş ortada: Bu sızlanmalar ve aba altından sopa göstermeye çalışmalar ile Güney Akımı (South Stream) iptali ve Rus doğalgazının Türkiye üzerinden pazarlanacağının ilanı, neredeyse aynı saatlere sığdırıldı. Hadi bu zamansal örtüşmeyi, saat anlamında, biraz abartmış olalım. Ama bu paralellik, başlı başına bir gösterge.

Gücün değil, güçsüzlüğün, çürümenin ve zavallılığın göstergesi...

AB’nin ve ABD’nin, yönetim düzeyinde, Tayyip diktasının başına buyruk çıkışlarına daha ne kadar tahammül göstereceği bilinmiyor; birilerinin gizliden gizliye “Biz seni Saddam, Mübarek gibi, hatta Mursi gibi tokatlamasını da biliriz” hesapları yapmadığını kimse söyleyemez. Brüksel, Berlin, Washington gibi merkezlerin elinde epey bir koz biriktiği anlaşılıyor.

Elbette Putin’li doğalgaz çıkışının, antiemperyalizmle veya Batı’ya kafa tutan bir politikacı resmiyle falan alakası yok. Bu, ancak ülkesini parça parça pazarlamakta ısrarlı bir kifayetsiz muhterisin, bir uşağın hezeyanlarıyla açıklanabilir. Öyle bir kurnazlıktır. Ama bir zorunluluk olarak da görebiliriz: Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, siyasal aktörleri birbirlerinin ayaklarına basmaya iter. Yani böyle cüretler gökten inmez. İmamlar bile birbirlerinin ayağına basmaktan kaçınamaz. İsteyen, bunu azalan kâr oranları yasasına da bağlayabilir. Sonuçta, uluslararası arenada bir çekişme ve sürtüşme kaçınılmazdır. Yani bir uşak imamın Berlin’e gelip, pek de anlarmış gibi, Hegel’in “Zeitgeist” (zamanın ruhu) kavramını da zikrederek, küresel ve bölgesel istikrarsızlıkları hatırlatması, bu istikrarsızlık odakları arasında Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve “yasalara aykırı biçimde ilhak edilen Kırım”ı anması, faşist karakteri her geçen gün daha da belirginleşen Kiev hükümetine askeri destek vermeyi düşündüklerini, konuyu derinlemesine incelediklerini bildirmesi, kozla değil ateşle oynamaktır. Ortada bir ihtiyaç var.  Ama herhalde Berlin konuşmasının en önemli yanı, İsmet Yılmaz’ın EDA’dan (Avrupa Savunma Ajansı) dışlanmayı eleştirmesi, AB ile askeri eşgüdümde de nedense gizlilik sınırlamalarına katılıp kalmalarından şikayet etmesidir... 

Mesele şu: Ankara’nın egemenleri bu sürtüşmelerin maliyetini kaldırabilecek güçte mi? Bu aşağılanmayı daha ne kadar Türkiye kamuoyuna yutturabileceklerini düşünüyorlar? Sinekten yağ çıkarmayı siyaset sanan tüccar imamların iktisat siyasetleri bir huruç harekatı içerebilir mi?

Almanya Avrupası, kapısının önünde patlayan bombaların içeriye sıçramaması için özel bir çaba harcıyor. Avro sisteminin bu haliyle ne zaman çökeceğini bilmiyoruz. Sadece çökmemesinin imkansız olduğunu anlıyoruz. Türkiye’nin komşuları altüst olmuş durumda, buraların denetimsiz yangın alanları halinde Avrupa barışını tehdit edip etmeyeceği sorgulanıyor.  

Ülkeler küçüldükçe, devletler parçalandıkça, “cirimleri ve cürümleri kadar yer yakabilecekleri” kabulünden hareketle, böyle toplantılara çağrılıyor. Dinci Türk tüccarlar da, siyaset adamı kisvesiyle bölgesel yangın yerlerine dikkat çekip önemlerinin göz ardı edilmemesi için ağlayıp sızlıyorlar.

Sadece bu ziyaret bile Türkiye’nin çoktan bittiğini gösterdi. Bir de AB ve ABD’nin, bir Sisi numarasına her an yüz çevirebileceklerini.

Küçültülecek Türkiye’de bakalım kim Sisi’nin rolünü üstlenecek?

Liberallerin kanatlandırdığı bu tüccar imamların Berlin’deki son bayağılığı, “Biz önemliyiz valla!” diye rol rica etmeleri, dünya sisteminde bekledikleri yankıyı yaratamaz. Ama ısrarla deniyorlar. Kaosa itiyorlar. Sadece kendilerini götürseler neyse, ama asıl Türkiye ve çevresini korkunç bir felakete sürüklüyorlar. En acısı: Coğrafyamızı, tarihimizi ve insanımızı kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Bütün kazanımlarımızı kazıyabileceklerini, sebat gösterirlerse, bizi kendilerine benzetebileceklerini biliyorlar. Bir yazgı hızla üzerimize yıkılıyor.

Bu korkunç yazgıyı geçersiz ilan etmek zorundayız: Demek ki, Birleşik Haziran Hareketi’nin görevleri arasında, bu uşakları ve uşaklıklarını belgelemek, duyurmak ve gerçek anlamını anlatmak, ayrıca emekçi halkımızın ve aydınlarımızın her alanda böyle pazarlamacıların yüzüne tükürmesini sağlamak da bulunuyor.