Bataklığa, hikâyemize ve devrimci samuraylara dair

Bataklığımızda durum vahim. Recep ayından Muharrem ayına geçiş yapacağımızı iddia edenler var. Bunun ferahlık getireceğine solculuk adına inananlar bile var. Yine solculuk adına faşige Akşenerler, Aziz Nesin’i vaktiyle her nasılsa “elinden kaçırmış” İslamcı Karamollaoğlular falan el üstünde tutulabiliyor. Çöplük kaderi bu değil mi? 

Çöp dağında siyasetin böyle yapılacağı anlaşılıyor. Çöp dağında, metan gazının kortrollü çıkışı için çareler önermeyi sol siyaset sayan demokratlardan başka ne bekleyebiliriz ki? Bataklıkta gül üzerine gül beğenilmesi doğaldır. Kirden çare biçiyorlar, iyi mi? Peki.

Ama durum giderek daha da vahim boyutlar kazanıyor: Artık Avrupa medyası, açıkça, Türk ekonomisinin panik seçim öncesinde mi yoksa sonrasında mı çökeceği üzerine tahminler yapıyor, analizler yayımlıyor. Krizin, Türkiye’ye eşsiz bir çöküş halinde yansıyacağına kesin gözüyle bakıyorlar. 

Sağcı Die Welt gazetesi, Arjantin'de paniğe dönüşen krizin “eşik ülkeler” veya “yükselen piyasalar” denilen coğrafyalara sirayet etme eğilimi gösterdiğini, üstelik Arjantin’i muhtemelen Türkiye’nin izleyeceğini yazdı hafta sonunda. Henüz patlamayan Türk ekonomisinin değerleri, çoktan dibe vurduğu ilan edilen ve küresel bir krizi tetikleyeceğinden korkulan Arjantin’den daha kötü oysa: Cari açığın GSYİH’ya oranı paniğin hızla yayıldığı Arjantin’de yüzde 4’e yakın, Türkiye’de ise yüzde 6’yı bulmuş durumda. Bu çarpıklık başka çarpıklıklarla birleşince, altın alımları gibi, Avrupa’nın kafası iyice karışıyor. Sermaye akımlarını yönetenlerin gözünden kaçmayacak sapmalar var ortada. Türkiye bir yangının önünde, kimine göre de daha şimdiden içinde. 

Altın, dedik. Türkiye’nin, daha doğrusu İslamcı Erdoğan rejiminin New York’ta harıl harıl altın satın alması, TL’yi dolardan bağımsızlaştırma çabalarının bir ürünü olarak yorumlanıyor. Sağcı Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yine hafta sonunda art arda çıkan altın ve Türkiye konulu haber ve yorumlar, Ankara’nın niye altın biriktirdiğine, bir yıl içinde 231 tondan fazla altın satın alan Türkiye’nin rezervlerini neden böyle yükseltme yolunu seçtiğine bir yanıt arıyor. “Devalüasyonla mücadele için olabilir” diyor yanıtlardan biri. Neue Zürcher Zeitung’a göre ise Ankara ile Washington arasındaki büyüyen çatışmanın bir başka “tezahürü” bu altına kaçış. 

Türkiye bataklığında durum çok vahim. Çöp dağının altında biriken metan gazı mutlaka patlayacak. 

Ne yapacağız? 

Krizin boyutları havsalamızı zorlayacak boyutlar almaya hazırlanırken, bu bataklığın güllerinden yardım mı bekleyeceğiz, yoksa devrimci geleneklerimizi yeniden gözden geçirip emekçi sınıflarla aydınlanmanın bağımsız sosyalist mirasçılarını sosyalist bir hükümet için bir araya getirmeye mi çalışacağız? CHP’de HDP’de solculuk arayanlar devam edebilir. Belki onlara da bir milletvekilliği falan düşer... Başka bir yerdeyiz... 

Batı, Türkiye ekonomisinin çökmesini istemiyor olabilir. Bizleri düşündükleri için değil, kafalarının bir yanında bu patlamaların metropolleri de sarsabileceğinden korkmaya başladıkları için.  Ama buna engel olacak güçleri yok. Avrupa banka sisteminde batık veya geri dönmesi beklenmeyen kredilerin tutarının ocak ayında bazı haberlerde 950 milyar avroyu bulduğu bildirilmişti. Bir hafta önce de Avrupa para kurumlarında geri dönmeyeceği anlaşılan veya batık gözüyle bakılan kredi toplamının 759 milyar avro olduğu açıklandı. Sürprizlerin, pek sağlam sanılan metropol ekonomilerini nasıl vuracağını kimse bilmiyor. 

Bataklık kaderi, dedik. 

Çıkış yok. Özellikle zayıf halkalarda hiç başka çare yok. Komşudaki KKE bunu anlatıyor. Türkiye’nin genç TKP’si bu bağımsız sosyalist arayış ve örgütlenmenin asıl çare olduğunu anlatmak için çırpınıyor. 

Bu bataklığın, bu kapitalist kirin, bu çöp dağının içinde her şeyi reddedebilenler, bu kirli hikâyede oyuncu olmayı reddedip kendi hikâyelerini kurgulayabilenler, gerçek hikâyemizi gerçekleştirmeye çalışanlar, asıl dikkat edilmesi gerekenler.

Bize satılmaya çalışılan hikâyeleri reddetmek önemli, kendi hikâyemizi kurgulamak ve örgütlemek ondan da önemli. O yoldayız. Geçici yalnızlıkların bir anda ortadan kalkacağını biliyoruz. Bir arife bu. Ya yeni bir barbarlığın ya da sosyalizmin arifesindeyiz. “Her arife için geçerli, standart bir süre yoktur” diyen Mesut Odman Hocamızın mükemmel saptamasını aklımızda tutarak kavgaya giriyoruz. 

Bu rezilliğe ortak olmadan, gerçekten insani tek toplum düzenini -sosyalizmi- kurabileceğimizi, piyasanın  bataklık güllerini, hikâyelerini, ittifaklarını vs. reddederek anlatmak zorundayız.

Zor mu? Zor. Biraz da hüzünlü... Her büyük yaratıcı gibi genç ömründe komünizme değip geçmiş Akira Kurosava’nın unutulmaz “Yedi Samuray” filminin finalinde, köyü haydutlardan kurtaran samurayın, Kambay, acı serzenişi ve “gerçek kazananların kendisi gibi savaşçıların değil emekçilerin, köylülerin olduğunu” hatırlatması gibi... Bundan başka yol yok... Yalnız bırakılabiliriz. Ancak kavgadan başka yol yok. Kolay yol hiç yok.  

Bugüne bakalım: Artık kanlı bir komediye dönüşen 24 Haziran paniğinde, kazanan kaybedecek, ama kaybeden kazanmayacak. Sistemde kalanların hiçbir şansı bulunmuyor. Çıkış yok çünkü. 

Sadece sosyalist bir perspektifle ve ülkenin ilerici damarına yaslanan aşkın bir kurtuluş yolunu arayanlar, emekçilerle ortaklaşabilen devrimci samuraylar yeni bir gelecek kurabilecek. 

Kirli hikâyenin oyuncusu ve kahramanı olmak istemiyoruz, kendi hikâyemizi kurgulayıp gerçekleştirebileceğimizi, bunun da mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Bazen en yakınımızdakilere bile anlatamıyoruz. Böyledir bu işler. Arife kaderi yaşıyoruz. Her an her şey olabilir. Zamana oynamıyoruz...