Antikomünist halkçılık

Makedonyalı “küreselleştiricinin”, Büyük İskender, toprağı bol olsun. Bazen kördüğüm olmuş sorunları bir kılıç darbesiyle çözmenin mümkün olduğunu, rivayet odur ki, hazretten öğrenmişiz. Diyelim öyle. Fikir dünyasında bu işler daha bir önemli. Bugün hele çok daha önemli. Nitekim Nevzat Evrim Önal arkadaşımızın bu sitede geçen hafta yayımlanan yazısı (“'Yüzde 60' bize niye düşman?”) bize “tefekkürün” nasıl devrim için maddi güce dönüşebileceği konusunda güzel bir örnek oluşturdu. Önal, şöyle yazdı:

“(... ) AKP mitinglerini dolduran kitlelerin bizden hazzetmemelerinin sebebi sadece dini duygularımızın daha 'gevşek' olması olamaz. Eğitimli, profesyonel emekçilerle az eğitimli yoksul kitleler arasındaki psikolojik mesafenin böylesine açılmasının maddi bir sebebi olmalı.”

Fikir dünyamıza İskender’in kılıç darbesini anımsatan bu yazısıyla yeni bir canlılık getireceği anlaşılan Önal, nedenin “ücret eşitsizliği” olduğunu vurgulayarak müthiş bir perde açmış oldu.

Sözü geçen yazıdaki parlak saptamanın kitaplar, haftalık dergi kapak dosyaları, günlük gazete dizileri ve -en geç sosyalist iktidarımızın televizyonlarında hazırlanacak- geniş belgeseller halinde çok daha büyük boyutlarda işleneceği, belki “98’liler” olarak toparlanabilecek Önal ve sonrası kuşağın bu yükün altına er ya da geç gireceği anlaşılıyor. Sevinmemek elde değil.

Bizim, bu yaratıcı vurgudan hareketle, Türk gericiliğinin Batı’nın en geniş anlamda uşağı ve taklidi olduğu, Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran, Mahir Çayan gibi uğraklardan geçen devrimci Türkiye solunun ise bu yolun tam tersinden hareket ettiği tezimizle bağlantı kurarak, eklemek istediklerimiz var
.
Türkiye’deki gerici politikalara kitlesel desteğin arka planında Önal’ın saptaması yatıyor doğru. Dinselleşmeyle paralel gelişen bu enerji merkezi, çalışan sınıflar içindeki gelir farklılaşmalarını istismar edip, geniş halk yığınlarını emeğini kiralayarak yaşamak zorunda kalan aydın ve aydın adaylarına karşı kullanabiliyor. Hızla yoksullaşan emekçi halk, kendisine belki de tek yakın grup olan okumuş kesimi tümüyle dışlamayı bir çözüm olarak yutabiliyor. Bu saçmalığı bu kadar kolay kabullenmesi, bir aydınlanma ve aydınlar toplumu olarak da sınıflandırabileceğimiz işçi sınıfı sosyalistlerini bu kadar rahat dışlaması, üstelik bu dışlama ve düşmanlığı bir çözüm olarak kabul etmesi, Türk gericiliğini oluşturan uşak sürüsünün yaratıcılığına falan bağlanamaz.

Türkiye gericiliğinin özgün bir marifetiyle karşı karşıya değiliz gerçekten. Türk sağı başından sonuna kadar hep kökü dışarıda ve hep taklitçi, hep uşaktır. Bu, bütün renkleriyle böyledir. Dindarı/dincisi, sosyal demokratı, faşisti... Burada da öyle. Antikomünizm, geniş halk yığınlarını kendine dost aydınlara ve nihai bir aydın kategorisi olarak devrimci sosyalistlere karşı harekete geçirirken hep aynı kışkırtıcı siyaseti güttü: Halkın acılarını dile getiren ve bu acıların sadece sosyalizmle dindirilebileceğini anlatan aydınları, devrimci siyasetçileri “tuzu kuru” olmakla suçladı ve bunu somut olarak da gösterebildi: Gerçekten de görece sefalet koşullarında yaşayan yığınlar, “tuzu kuru, din dışı, materyalist okumuşların iğvasına” karşı, bu kesimlerin görece yüksek gelir ve kültür düzeyine bakarak kuşkulu kaldı. İnanmıyorlardı. Büyük bir kargaşa, her şeyi sıfırlamaya eğilimli bir savaş ortamı patlak vermedikçe de bu inatlarında ısrarlıydılar. Hâlâ da öyle.

Söylemek istediğimiz şey, şu: Türkiye’deki antikomünist-dinci-milliyetçi politikaların kitle tabanıyla dünya ölçeğindeki antikomünist siyasetin kitle tabanı böyle masum bir ücret-kültür eşitsizliği üzerinde yükseliyordu aradaki paralellik ilginçtir. Türkiye egemenlerinin uşaklığını belgeler: Emperyalist başkentlerde ne gördülerse, onu aldılar.

Başka bir zaman ve mekana geçelim: Doğu Avrupa sosyalizminin bu kadar kolay yıkılması, “parti kodamanları” masallarıyla kitleler nezdinde bir maddi güç haline geldi. 25 yıl sonra Sovyet ve Doğu Avrupa sosyalizm deneyimlerinin başını çeken kadroların hiçbiri, gerçekten saf değiştiren ve kapitalist restorasyon sonrasında antikomünist histerinin sağ veya sol versiyonlarında kendilerine uygun bir yer bulabilenler hariç, bir servete veya yurtdışında banka hesabına falan sahip değildi. Bulamadılar. Gorbaçov’a vakıfçılık üzerinden epey bir para aktardıkları doğrudur, ama, o da daha sonra.

Kimse eski sosyalist ülke yöneticilerinin ezici çoğunluğunun, halktan para kaçırdığını, halkı soyduğunu göremedi, gösteremedi. Kapitalist restorasyonun böyle çıkmazları oldu. Örnekleyemiyorlar. Yoktu çünkü. Jivkov’lar, Çavuşesku’lar, Honecker’ler, hatta Jaruzelski’ler... Bunlara bağlı çalışan en etkili reel sosyalist kadrolar... Hiçbiri halkın sırtından bir yerlere servet aktarmayı düşünmemişti. Büyük bir yoksullaşma yaşadılar. Özellikle kurucu kadroların nasıl katmerli bir yoksullaşma yaşadıklarına en somut örnek, uzun ömrünün akşamını Şili’de birkaç metrekarede üç kuruş emekli maaşıyla geçirmeye çalışan Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin 26 yıl Milli Eğitim Bakanlığını üstlenmiş olan 87 yaşındaki Margot Honecker olmalıdır. Beş kuruşu yoktu bu insanların, devrimden önce de karşıdevrimden sonra da. Üç-beş yüz hainle bu gerçeği kirletemeyiz.

Neyse, bunun kuşkusuz değişik nedenleri var. Bu kadrolar için sosyalizmin geri dönülmez bir determinizm anlamına gelmesi, nedenler arasında sayılabilir. Eleştirilebilir.

Ama sosyalizmi yıkan yığınların, bir biçimde “Parti ve devlet kodamanları bizim sırtımızdan sefa sürüyor” duygusuna kapılması sağlandı. Türkiye’de de reel sosyalizmde de, bu aydın -uzman- katmanların küçük gelir ve önemli kültürel düzey farkları bir karşıdevrimci silahın maddi temelini oluşturabildi. Küba’da değil belki, ama büyük çoğunluğunda bu ülkelerin, bu yaşandı. Düşündükçe aklımıza geliyor: Sosyalist ülkelerdeki gelir eşitliğinin sosyalist iktidarların temeli olduğunu acı acı itiraf edenler arasında Fransız antikomünizminin geçmişi komünist tarihçilerinden François Furet de yer alır. Hazret, 1989’daki kapitalist restorasyonun hemen öncesinde çeşitli Avrupa dillerinde bol bol yayımlanan makalelerinde açıkça bu gelir eşitliğinin reel sosyalizmin temeli olduğunu, zaten bu nedenle yıkılamadığını itiraf edecek kadar kararlıydı. Birkaç yıl sonra, 1997’de hiç beklenmedik bir anda ölüvermesinden kısa süre önce yayımlayarak kendi ömrünün dökümünü de çıkardığı “İllüzyonun Sonu” (Le passé d’une illusion) kitabının girişinde açıkça sosyalizm karşıtlarının bile Sovyet sisteminin ortadan kalkacağına, Ekim Devrimi’nin “ortadan kaldırılabileceğine” inanmadığını yazıyordu.

Antikomünizm, bütün renkleriyle, buna rağmen yığınları, parti zenginleri veya bürokrasisi olduğuna (“Nomenklatura”) inandırabildi. Bir yönetim aksaklığı olduğu doğruydu. Sosyalist iktidarları yaşatamadılar. Ama hırsız değildiler. Halkı soymadılar. Hırsızlar restoratörlere katılmıştı. Zaten aynı yığınlar gerçeği bir-iki yıl içinde gördü. Ama iş işten geçmişti. Şimdi korkunç bir bataklığın içinde, işin acısı geçmişteki kazanımlarını da hatırlamadan, ömür çemberini kapatmaya çalışıyorlar. Gelmek istediğimiz nokta, Türkiye’dir: Önal’ın sözünü ettiğimiz yazısı, işte bu şikeyi küresel temelde açık etmiş sayılmalıdır. Dinci, milliyetçi, liberal renkleriyle antikomünist histerinin işini zorlaştıracağı anlaşılan 98’lilerin bu fikir müdahaleleriyle, genç devrimci kuşak, tefekkür ve devrimi iç içe geçirebilen yeni bir sahne kuruyor. Şu soruya çözüm arıyor: Bu antikomünist yanılsamanın, masalın veya yalanın, yani plütokratların yoksul yığınları halkçı aydınlara, sosyalistlere karşı kullanma tilkiliğinin önüne nasıl geçebiliriz?

Bu konuda adım atmaya başladık. Şu da var: Eğer Türkiye gericiliği antikomünist histerinin kucağında iflas ederse, ister istemez bu Batı merkezli emperyalist yalan mekanizmasını da kullanılmaz hale getirebilecek iç içeler çünkü.

Türkiye yoksullarını aldatan, onları din ve çeşitli sadaka benzeri sosyal uyuşturucularla kendi safına bir süre de olsa çekebilen gericiliği, devrimciler dincilere, milliyetçilere veya liberallere falan benzeyerek değil, o cepheyi bütünüyle göğüsleyerek, onları bütün değerleriyle bu acımasız bataklıktan sorumlu tutarak alt edebilir.

Karşıdevrimciliğin maddi temelini tartışmaya başladık. Herhalde artık kimsenin aklına, aydın adaylarının, solcu uzmanların daha az ücret alarak halk gibi yaşamaya, kültür düzeyini ona benzetmeye, onun gibi inanmaya vs. davet etmek gelmiyordur. Laiklik başta olmak üzere, her türlü eşitlikçilik solun vazgeçemeyeceği tek silahtır.

Gerçekten yeni bir sahnedeyiz.

Türk gericiliğinin karşısına çıkan genç kadrolar, yepyeni alanlar açıyorlar. Gericiliğin bunun farkına varmaması eşyanın tabiatına uygundur.