Almanya’nın seçimi yok

“Artık Almanca konuştuğu” bilinen yaşlı kıtanın en büyük ülkesinde seçim var. Krizde inleyen Güney Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, tüm gözler Berlin’in üzerinde.

Almanya’da seçim var ama küçük bir istisna dışında, farklı bir program yok. Herhangi bir çatlak ses çıkmaması için her türlü çaba harcanıyor doğrusu. Mevcut “solla” bir tatsızlık çıkması mümkün değil. SPD, Yeşiller ve -bazı istisnalar hariç tutulursa- Sol Parti üst yönetimlerine egemen “neoliberal tutarlılığa” bakınca, Alman sermayesinin ve siyaset sınıfının memnun olmaması için ortada bir neden göremiyoruz... Bir oyun bu.

Büyük bir terslik ortaya çıkmazsa, ki metropollerde böyle sürprizlere alışkın değilizdir, pazar akşamı Angela Merkel Almanya’da başbakan kalacağını öğrenmiş ve ilan etmiş olacak. Bu konuda sözde “rakibi” ana muhalefet partisi SPD’nin desteğine sahip. Aradaki itişip kakışmalar önemsiz. Neoliberal barbarlık, partiler üstü bir merhem sanki... Sürüp duruyorlar... Aslında zaman kazanmaya çalışıyorlar. Fakat kazandıkları bu zamanın neleri biriktirdiğini ve işin nasıl bir patlamayla sonuçlanacağını kestiremiyorlar.

Güney Avrupa ülkelerinde idare-i maslahatçılık nasıl egemen bir dinse, bu, benzer ölçülerde Avrupa’nın en zengin ve güçlü ülkesinde de yürürlükte. Şaşırtıcı değil.

Değil, çünkü belki de “postdemokrasi” budur. Merkezde ve kenarda, krizin ortasında farklı renklerde çıkmaz sokak kaderini yaşamak, işleri de bir biçimde yürütmek. Krizle derinleşen sorunları sürekli ertelemek, maliyeti ise dışarıdaki ve içerideki “mütevekkil yoksulların” sırtına yüklemek... Toplumsal tevekkül şaşırtıcı boyutlarda. Demokrasi dahil tüm dinlerin iyi hizmet verdiğini inkar edemeyiz.

Ankara için iş biraz daha farklı... Türkiye ekonomisinin dışarıdaki en büyük partneri veya “sahibi” Berlin, içeride alacağı her kararla Türkiye’yi de sarsacaktır kuşkusuz. Fakat Ankara, Berlin’de işlerin bir biçimde yürütüleceğine inanıyor. Dedik ya, tevekkül ortaklığı müthiş.

Almanya, krizin maliyetini dışarıda AB yoksullarının içeride de umutsuz “prekarya”nın sırtına yüklüyor. Bunun Almanya’nın arka bahçesinde ve oradaki en büyük siyasi birim Türkiye’de etkisiz kalması mümkün değil.

İçeride şu var: Almanya’da “göç arka planına sahip” 15 milyonu aşkın insan yaşıyor ve bunların 3 milyona yakını Türkiye kökenli. Gelir düzeyleri itibariyle tam bir “prekarya”. Göçle bağlantılı bu yoksul toplam, nüfusun yüzde 18.6’sını oluşturuyor, ama pazar günü seçmenin karşısına çıkacak 2420 adayın ise sadece yüzde 4’ü göç kökenli. Onlar da tuzu kurular takımından ve üç-beş istisna dışında neredeyse tamamı seçilemeyecek sıralarda. Bu alanda henüz bir sıkıntı ortaya çıkmış değil.

Aslında Almanya ile Türkiye’nin siyaset sınıfları da birbirlerini andırıyor. Angela Merkel’in karşısında kendisine neredeyse hiç itiraz edemeyen SPD’li Peer Steinbrück ile birkaç gündür kökü 1980’lerdeki Yeşiller’e uzanan çok çirkin bir iddiayla (“çocuk istismarı”) başa çıkmaya çalışan Yeşiller Partisi adayı Jürgen Trittin var. Bir tek Sol Parti farklı, denebilir. Ama o da, Oskar Lafontaine ile Sahra Wagenknecht olmasa, böyle bir muhalefetten kopmuş falan değil. Hele “Doğulu”, yani eski Alman Demokratik Cumhuriyeti’nden arta kalan solcular, satışta herkesin önünde. Binlerce Ufuk Uras-Nabi Yağcı.
Nereden bakarsak bakalım: Almanya tablosu, bizde AKP ile barış, anayasa, demokrasi vs. yapmaya çalışan “sol muhalefet” düşünüldüğünde, Türkiye tablosundan hiç farklı değil.

Angela ve Tayyip’in sırtları sağlam yani. Şimdilik.