AB’ye ʻtıpış tıpışʼ Maltepe mesajı

Neresinden bakılırsa bakılsın, yazın en sıkıntılı günlerine Avrupa’da da sıcak girilmişti. Temmuz ayı başında Almanya merkezli AB’de, Erdoğan sıkıntısının giderek derinleştiğine tanık olundu. Donald Trump sıkıntısına paralel bir sıkıntıydı bu. Avrupa’dan davet alamayan ve bir tür “istenmeyen adam” konumuna itilen, fakat bunu iç politikada Batı karşıtlığı olarak yutturabildiği için pek de önemsemeyen Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 7-8 Temmuz’da Hamburg’da “vatandaşlarıyla” görüşmek istediğini duyurunca, ortam iyice gerildi. Ama bir şey olmadı. Konuşturulmayınca, konuşmadı. Tatsızlık da çıkmadı.

Fakat ancak G-20 vesilesiyle Hamburg’a gidebilen Erdoğan, orada “vatandaşlarıya bir araya getirilmeyince” dönerken sahneyi karıştıran bir imada bulunuverdi: Paris İklim Anlaşması’ndan çekilen ABD’nin ardından, “Biz de zaten o kararı daha parlamentoda onaylamadık” diyerek, İslamcı Ankara’nın “bazı istekleri” yerine getirilmezse bu anlaşmayı Türk parlamentosunun geçirmeyeceğini uygun bir dille ilan etmiş oldu. Bu oyun, Trump nedeniyle neredeyse Atlantik ittifakını yeniden gözden geçirmeye hazırlanan Berlin’i iyicce hiddetlendirdi. Çeşitli kanatlarıyla Alman siyaset sınıfı, İslamcı Türk Cumhurbaşkanı’ndan hiç hoşlanmıyor. Aynı duygu ana akım medyanın açık saldırıları sonucu halkta çok daha yaygınlaşmış durumda. Ama Paris İklim Anlaşması “cilvesiyle”, toplumdaki Erdoğan tedirginliğinin nefrete dönüşme hızı artmış oldu. Sağcı ve solcu Almanlar, kendi gerekçeleriyle bu İslamcı siyaset adamından uzaklaştıkça, sayısı ve ağırlığı giderek azalan, ama olay çıkarmaya hazır bir kesim “faşist ve faşizan” Türk’ün, Erdoğan’a daha güçlü bir biçimde sarıldığı gözlendi.

Sevimsiz bir cepheleşme bu. Sonuçta Almanya, en üst düzeyde, Türklerin iç ihtilafına sahne olmak istemediğini daha yüksek sesle dile getirmek zorunda kaldı.

Sinyal çok: AB’nin zengin mutfağı olarak görülen Berlin, Lahey, Viyana ve hatta Paris, Erdoğan ve adamlarına resmen kapıları kapatıyor. Bu haliyle, aslında bir Trump sorunuyla cebelleşmek zorunda kaldıklarını itiraf etmiş oluyorlar.

Tuhaf cepheleşmelerin tetiklediği bu karmaşık yapıyı her kesim kendi meşrebince kullanmaya çalışıyor.

1.

Trump-Erdoğan flörtü ve Washington ile Almanya Avrupası (AB) arasındaki mesafenin açılması aynı döneme rast geliyor. Bu, bir tesadüf değil. Donald Trump, Sicilya’da mayıs ayı sonunda yapılan G-7 Zirvesi’ni resmen sabote etmişti. Ortak bir nihai açıklama yapılamamış, bu arada Trump, açıkça Avrupalı NATO müttefiklerinden askeri harcamalarını artırmalarını istemişti. Adres açıktı. Askeri harcamalarını ülke GSYİH’sının yüzde 2’si civarına yükseltmeleri istenen Avrupalı NATO üyelerinin lideri konumundaki Almanya, “verdiği dış ticaret fazlası nedeniyle” ABD Başkanı’nın ağır eleştirilerine muhataptı: Berlin.

Trump, Alman ihracat çılgınlığını bir tür “kötülük” olarak damgalarken, Alman otomobillerinin ABD’ye yığılmasına son vereceklerini de söyledi. Berlin gerçekten tedirgin ve bir çıkış yolu yaratmaya çalışıyor. İhracat çılgınlığı üzerine kurulu Alman ekonomisinin, verdiği dış ticaret fazlasıyla komşularını ve ortaklarını borçlandırıp işsizliği yaygınlaştırdığını savunan yeni Washington yönetimi, Batı ittifakındaki bir tıkanma noktasını daha açığa çıkarmış oluyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Trump ABD’siyle araya mesafe koyarak, “Avrupa artık kendi kaderini kendi eline almalı” yolunda bir açıklamayı aynı günlerde yaptı; bu, biliniyor. Emperyalist-kapitalist sistem ciddi “örtüşmezliklerden” geçiyor.

Tersinden bakılınca, şu: Trump’ın Berlin’e attığı dayaklar, bazı hesapların daha kolay görülmesine de yardımcı oluyor. Almanya Avrupası, ABD ile arasına mesafe koyma bahanesini Trump sayesinde elde etti. Paris İklim Anlaşması’ndan çekilen Trump ve ABD, Avrupa’da giderek köşeye sıkıştırılan Angela Merkel ve politikalarının rahat bir nefes almasını sağlamadı değil. Hemen İtalya’nın başbakanı ve Fransa’nın da yeni devlet başkanı ile bir araya gelen Almanya Başbakanı Merkel, yeryüzünü kurtaracak bir iklim birliği peşinde olduğunu bildirmiş sayıldı. Almanya’nın zaten iklim hedeflerine ulaşamayacağını bilen uzmanlara göre, Trump, aslında Berlin ve Merkel’e “Allah’ın bir lütfu” gibi.

“Lütuf”, Trump’ın çıkışlarıyla, “Avrasya’daki” ABD karşıtı jeopolitik güçlerin birbirine daha kolay yaklaşmasında. Avrupa, Çin, Hindistan ve Rusya’yı içeren Avrasya’da küresel düzlemde bir ittifakın biçimlenmeye başladığını düşünen uluslararası uzman ve siyasetçi sayısı artıyor. Çelişkilerin böyle sürmesi halinde, ABD’nin orta vadede tam bir izolasyona sürükleneceğini ileri sürüyorlar. Emperyal sahnedeki her çatışma, bir dönemin “okyanus ötesi” hegemonyal gücü olan ABD’yi Avrasya’daki bloklaşmadan uzaklaştırıyor gerçekten. Bu son blok, özellikle bir ekonomik dev olan Almanya’nın damgasını taşıyor ve buna pek itiraz eden yok. Sonuçta, ABD ile Avrasya devleri, bu arada da Almanya, daha sık birbirlerinin ayağına basmaya başladılar.

İslamcı Ankara’nın ve Erdoğan’ın tam da bu bataklıkta zaten bozulan dengeleri daha da karıştırdığına inanılıyor.

2.

İslamcı Ankara’nın AB’de bir nefret nesnesine dönüşen, bu alanda Erdoğan’ı hiç aratmayan Donald Trump ile el ele yürüme çabaları, bu arada Putin ile flörtü ihmal etmemesi, zaten var olan tepkileri daha da derinleştiriyor. Hamburg’daki olaylarla iyice telaşlanan Alman halkının tedirginliği, Recep Tayyip Erdoğan’ın girişimleriyle arttı. Medyanın sahneyi iyice karıştırdığı bir ortamda, 11 Temmuz’da, Alman-Fransız elitlerine yönelik yayın yapan televizyon kanalı Arte’de bir Türk gecesi yaşandı. “Erdoğan, 15 Temmuz ve Can Dündar” çevresinde dönen gecede, Türkiye’de dev adımlarla ilerleyen bir diktatörlüğün muhtemel sonuçları irdelendi.

Ama özellikle son dönemde Almanya’ya gelen ve 1930’lardaki Nazilerden kaçan Yahudi bilimadamlarının rolüne tersinden yakıştırılmaya çalışılan bazı akademisyenlerin veya gazetecilerin öyküsü, bu arada Can Dündar’a biçilen rol, yakın bir gelecekte burada bir Türk sürgün hükümeti, hatta Kürt sürgün hükümeti kurulabileceği yolunda kuşkular yaratmadı değil. Her ne olursa olsun, Erdoğan karşıtı Türk ve Kürt politikacıların ayrı ayrı Berlin’den hüsnükabul gördüğüne tanık olunuyor.

Böyle bir manzara, Maltepe mitingindeki kitleselliğin öne çıkarılmasıyla birleştirilebilir. Alman medyası, Türkiye’de Erdoğan karşıtı ve SPD’yi aratmayacak kadar evcil ve ciddi boyutlarda kitlesel bir muhalefet olduğuna dikkat çekti. Almanya’ya gelen ve Erdoğan devletinin tokadını yemiş akademisyenler de, Kürt politikacılar da, Türkiye’nin yakın geleceğindeki büyük dönüşümlerin habercisi olarak yorumlanıyor. Öyle gösteriliyor.

Bir sürgün medyası şimdiden var. Birkaç adet de sürgün hükümeti ve “sürgün aydınları”, elbette Türkler ile Kürtler ayrılarak, hazırda tutuluyor. Büyük bir kırılmanın eşiğindeki Türkiye, bu kırılmayı çoktan hak etmiş bir resim halinde can çekişirken yansıtılıyor. Maltepe’deki kitleselliğin, küçültülecek Türkiye’de makul kapitalist yolu seçebilecek bir siyasal oluşumun göstergesi olarak sunulması, bununla bağlantılı sayılabilir.

Herkes bu sahnede bir yer alabiliyor. Sadece Türkiye sosyalistlerinin ve sosyalizmin adı geçmiyor. “Maltepe solcuları”nın tüm kimlik bilgilerini gizleyerek küçük bir sermaye militanının arkasında “tıpış tıpış yürümesi”, AB’ye derin bir nefes aldırdı.

Berlin’in yakında böyle bir sola ve “parça pinçik” olacak Türkiye’ye yeni medyalar, hatta hükümetler önermemesi için artık ortada bir neden bulunmuyor. Nefret nesnesine dönüşen Erdoğan, AB kapitalizmine Allah’ın bir lütfu gerçekten. Her anlamda.