AB, Türkiye'nin aynasıdır

Bileşik kaplar hadisesi: Birinde öyle, diğerinde onun tam tersi olmaz. Birbirlerini tamamlayan bir “çelişkili gelişmeden” söz edebiliriz.

Epey bir abartarak şöyle somutlayalım: Suudi Arabistan rezaletiyle “özgürlükçü Batı demokrasisi” birbirini götürmez; yani “biri varsa, diğeri olamaz” diye bir şey yok. Tam tersine: Biri varsa, diğeri de olabilir, hatta olmalıdır. Bir rezalet, sahnede bütün tepki toplayıcılığıyla yerini almalı ve kendisini sürdürmeli ki, diğeri bu rezaletten kendi meşruiyetinin ve serbest piyasa ekonomisinin devamını türetebilsin. Suudi rejimi veya Sünni Türk diktatörlüğü var olmalı ki, misal, Batı demokrasisi var olabilsin. Batı demokrasisinin açık veya kapalı desteği olmaksızın “12 Eylül demokrasisi” ve AKP diktatörlüğü, ki birbirinden bir farkı yoktur, nasıl etkili olabilirdi?

İşlediği cinayetler kendi yetiştirmesi AKP rejimi tarafından bile dava ve ceza konusu olabilen Kenan Evren, Türkiye’nin başına Bonn’un büyük desteğiyle ve arzusuyla gelmedi mi? Almanya’nın o zamanki başkenti Bonn’da Helmut Schmidt’in sosyal demokrat ağırlıklı hükümeti bulunmuyor muydu Türk faşizmi iktidar olurken? Kenan Evren’i de onun meşru çocuğu Tayyip Erdoğan’ı da en çok Berlin destekledi. 1980 yılında darbeyi Almanya’nın ve Alman siyasetinin nasıl çağırdığını dönemin büyükelçisi sonraların dışişleri bakanı Vahit Halefoğlu bile söylemişti. Hazret yaşıyor, gücü varsa, anlatabilir Bonn’un desteğini... Ya da biz hazırladığımız bir kitapla, daha önce verdiği demeçleri hatırlatırız...

Sonuçta, Helmut Schmidt ile bir yaş büyüğü Kenan Evren, birbirlerine yakışıyorlardı. Severek sevmeyerek, bir biçimde birbirlerinin eline çalıştılar. Tarih, böyle.

Her neyse... Demek ki, daha gösterişli bir ambalaja sahip AB’ye baktığımızda orada bir gerici Türkiye resmi görebiliyoruz ve tersi: Türkiye’ye baktığımızda neredeyse tüm hatlarıyla bir “AB demokrasisi” resmi saptayabiliyoruz. Önemli olan, bakmayı bilmek: Farklılıkların nitel değil nicel olduğunu görebilmek... Kenan Evren de, Recep Tayyip Erdoğan da Batı’nın meşru çocuklarıydı. Bazıları kusura bakmasın ama, tüm milliyetçi politikalar emperyalizmin doğrudan bir ürünüdür veya doping ilacıdır. Unutmadan: Türkçülük veya Türk-İslam sentezi emperyalizmin malıdır da, şu sıralarda adım adım geliştirilen “Kürt-İslam demokratik sentezi” başka bir şeyin mi malıdır? “Radikal demokrasi” denilen tavukların bile güleceği gerici bayağılıkların mı, şu gerici Türk rejiminden bir farkı var? Emperyalizmin çıkarları için sahaya sürülenlerin Türkçe, Kürtçe, Arapça veya Gürcüce konuşmaları Batı başkentlerinin sanki çok mu umurunda?

Neyse... İstediklerini yapsınlar. Ama bizi kandırabileceklerini sanmasınlar. Kör değiliz, komşuda iflasın eşiğindeki Syriza antikomünist histerisiyle kimseyi kandırabildi mi? CHP veya HDP ya da ikisi birden, antikomünist histerileriyle kimi, hangi sosyalist solu kandıracak? Kandırdıklarının solculukla bir ilgisi kalacak mı?

Gelmek istediğimiz yer şu: Bizdeki çürümüşlük, biraz daha düzensiz ambalajlı, daha az makyajlı ve parfümsüz, kötü kokan bir formatla Batı’nın devamıdır. Tersi çok daha doğru: Batı, bizdeki çürümüşlüğün emperyalist ticaret fazlasından yararlanarak daha derli toplu bir ambalajla, bol makyaj ve parfümle devamıdır. Bunlar birbirlerinin aleyhine çalışamazlar. Birbirlerinden yararlanarak çalışırlar. Bu, uyum anlamına gelmiyor. Tersine sık sık birbirlerinin ayağına basmaları, hatta karşılıklı mezar kazmaları anlamına geliyor. Sermaye kendi içinde ancak kan dökerek ittifak yapabilir. Onun için Batı’yı hiç bilmeyenler “Batı’da böyle bir şey olmaz yahu” diyerek bizdeki çürümüşlüklere tepki gösterebiliyorlar. Yanılıyorlar ve yanıltıyorlar. Batı bize tutulmuş bir aynadır ve biz de Batı’ya, yani emperyalist demokrasiye tutulmuş bir aynayız. Değil miyiz?

Örnek, dedik. Berlin şu sıralarda “Batı içi casusluk ve/veya sınırsız Amerikan uşaklığı suçlamalarıyla” hop oturup hop kalkıyor. Başbakan Angela Merkel’in altındaki koltuk bile sallanmaya başladı. Kadın her an bırakıp gidebilir. Gerçi kolay kolay bu işleri bırakacaklardan olmadığını biliyoruz, inadıyla meşhur, ama nereyi tutsa elinde kalıyor. İktidarda kalabilmesi, Almanya’nın dünyanın en büyük dış ticaret fazlasına sahip ülke olmasıyla da bağlantılı elbette. Bu kadar ambalaj, makyaj ve parfümle, ha deyince iktidardan alınması zor. Mesele, şu: Alman dış istihbaratının (BND), Amerikan istihbarat örgütü NSA için yıllarca casusluk yapması ve bunun en üst düzeyde saklanması, hatta galiba Merkel’den başlayarak bir yalan sisi içinde sürdürülmeye çalışılması yavaş yavaş belirginleşiyor. İyi de bu sahne, Ankara’daki bayağılıklardan çok mu farklı?

Değil. O nedenle ve bir Türk cumhurbaşkanının, Türk-İslam sentezine Almanya’dan da asker toplama hırsı, eşyanın tabiatına uygun bir hırstır.

Gericilerin birbirinin ayağına basması, hatta ancak kan dökerek bir iç ittifak düzeni kurabilmesi, kapitalizmin temel yasasıdır. Ayna, işte...