AB krizinin finansörü: Çöken Türkiye?

Türkiye, önümüzdeki haftadan itibaren yeni kırılmalara gebe bir sürece girecek. Bunu görmek değil, görmemek özel bir beceri gerektiriyor. Ya da İslamcı Ankara’nın uzantısı olmayı...

Sorumuz, şu: Türkiye ekonomisindeki yıkım artık Atlantik ötesinden gelen talimatlar üzerinden mi, yoksa birinci derecede bağımlı olduğu Avrupa Almanyası üzerinden mi daha kolay anlaşılabilir?

Almanya Avrupası’ndaki gelişmeler, Türkiye için, kaldığı kadarıyla da reel ekonomisi için, okyanus ötesi maceralardan ve hayallerden çok daha önemlidir. Bu, epeydir böyle. Güçten düşmüş baronun değil, giderek bağımsızlaşan ve “en büyükler liginde” hızla yükselen “güçlü kâhyanın” etki alanından söz ediyoruz. Okyanus ötesine, kitlesel finans imha silahları ve ABD militarizminin imha gücü açısından bakmak daha anlamlı olabilir. Ama sanayisizleştirilmiş, tarımsızlaştırılmış ve mafya çetelerinin elindeki depolardan oluşan bir ekonomiye dönüştürülmüş Türkiye’nin göbeğinden bağımlı olduğu bir reel ekonomideki (“Avrupa Almanyası”) son gelişmeler hiç umut vermiyor.

Ne demek mi istiyoruz?

Birkaç gün önce emperyalist finans sistemiyle ilgili küçük bir kitap (“Das Finanzkapital”) daha yayımlayan marksist iktisat gazetecisi Lucas Zeise, bu haftaki “Unsere Zeit” gazetesinde Alman ekonomisinin vahim bir dönemden geçtiğini yazdı ve BMW, VW, BASF, Deutsche Bank gibi devlerin ayaklarının altındaki göz göre göre kayan toprağa dikkat çekti. Türkiye’nin ana irtibat merkezi Alman ekonomisindeki zor durum, “Kârlı yıllar bitti” diye başlık atan Zeise’nin vizöründen bakınca, şöyle görünüyor:

“Şaşırtıcı olan, Alman sanayi sermayesi için çok tatlı kârlar döneminin şimdi bitiyor olmasından ziyade, bu dönemin genelde tatlı kârlar içermesi ve sekiz (veya dokuz) yıl da sürmüş olmasıydı. Bunun nedenleri: İçeride prodüktiviteden daha az artan ücretler; Alman ürünleri için ardına kadar açılmış olan Avro Bölgesi iç pazarı; Avro Bölgesi dışındaki bölgelerde Alman ürünlerini ucuzlatan düşük değerli avro; ABD, Doğu Asya ve Güney Amerika’da izlenen genişleyici ekonomi politikası. Bu son faktör, tam da şu sıralarda etkisini yitiriyor. Dünya konjonktürünün zayıfladığını söylüyor konjonktür araştırmacıları. Yani, Alman dev şirketlerinin bizzat kendi yarattıkları sorunlar bir yana bırakılsa bile, çılgın ihracat patlaması da yavaş yavaş sona eriyor. Fakat bankaları unutmayalım. Gerçi yine de hayatta kalabildiler. Ama ne finans krizi öncesindeki efsanevi kârlılığa bağlanabildiler ne de Alman sanayi sermayesinin bugünkü kârlılığına benzer bir duruma erişebildiler. Deutsche Bank’ın başında, ek olarak aşırı kârlı ABD sermaye piyasasından zorla uzaklaştırılmak gibi bir talihsizlik de var. Almanya’da Deutsche Bank’a, tasarruf bankaları (Sparkassen), kooperatif bankaları ve Commerzbank’ın yanında bir yer ve ihtiyaç yok. Zaten o yüzden hükümetin himayesinde Commerzbank’la füzyona girmesi gerekiyor ve öyle de istiyor. Bu alıştırmanın ilk amacı: Her iki bankanın gelen ekonomik durgunlukta (çalışanların sırtından) hayatta kalmasının kolaylaştırılması gerekiyor. İkinci amaç: AB iç pazarında Fransa, İtalya, İspanya ve Hollanda kaynaklı rekabete en azından eşdeğerde bir Alman bankasının yetiştirilip büyütülmesi gerekiyor. Alman tekel sermayesi, finans sektöründe de AB çapında en büyük olmak zorundadır.”

Durum, Avrupa’nın efendisi kabul edilen en zenginde de fena yani. Daralma her yerde. Bu daralmanın Türkiye’deki ekonomik felaketi daha da derinleştireceğini görmek için iktisatçı falan olmak gerekmiyor. Biraz olup bitenlerle ilgilenmek yeterli. Fakat asıl mesele o değil, şu: Türkiye’deki çöküşe, daralan bir Avrupa Almanyası’nın kurtarma planlarıyla engel olunabileceğini sananlar için kötü haberler birikiyor.

Avrupa ekonomisindeki olumsuz gelişmeler, merkezdeki en zengin efendiyi bile böyle hırpalayacaksa eğer, yakın çevredeki bağımlı ve zayıf halkaları, Türkiye’yi mesela, ne gibi felaketlerin beklediği hakkında şimdiden bir fikir edinebiliriz.

Umut mu?

Çalışkan sosyalist dostumuz Ender Helvacıoğlu, önceki hafta şunu yazarken haklıydı:

“Ani çöküşten köklü çıkışa kadar her türlü olasılığa açık kaotik bir dönem… AKP çöküşü ve çıkışsızlığı temsil ediyor artık; hatta bir beka sorunu haline geldiği bile söylenebilir.

Çöküşe dayanıklı bir çıkış stratejisi geliştirebilen Türkiyeli ve halkçı bir odak geleceği belirleyebilir. Çıkmaz mı böyle bir odak? Bilmiyorum. Tarihe bakarak tespit edebildiğim tek şey, böyle odakların ancak çıkmaz dendiğinde çıkabildiğidir.”

Dağılma sürecindeki Türkiye’ye tekrar bir neoliberal Kemal Derviş elbisesi biçip, sözde farklı renge boyanmış ama ayan beyan faşist bir deli gömleği giydirmeye çalışanlar, koşulların ne kadar hızlı değiştiğini fark edemez durumdalar. Böyle çöküş dönemlerinde korkunç katliamlar yaşanır, emekçi halklar ve aydınlar çok ağır bedeller öderler (“kaotik dönem”), tamam, ama doğrusu inanılmaz yaratıcılıklar da çıkar.

Sosyalizm, ortak değer olduğunda, hiç ihtimal verilmeyen ittifaklar bir anda sahneye çıkabilir. İktidar yolu, Kautsky’nin toprağı bol olsun, açılıverir. Tabii bağımsız ve kendi ayaklarının üzerinde kalabilen, şu veya bu sermaye kesiminin oyuncağı olmayan, kendi devrimci programıyla sosyalist bir cumhuriyet çağrısı yapanların önünde... İktidar yolunda kimsenin daha önce aklına bile gelmeyen ittifaklarla...

Türkiye’deki faşizmin güvencesi Türk ve Kürt sosyal demokrat partilerinin mafya çetelerinden farksız üst yönetimlerine stepne olmayı solculuk sayanların/sananların hiç şansı yok. Limon gibi sıkılıp bir kenara atılacaklar. “Kendi düşen ağlamaz”, bir Türk atasözü.

“Ya sol-sosyalist Türkiye, ya yok Türkiye!” virajındayız ve Türkiye’nin hamisi Avrupa Almanyası’nın da kendisinden başka bir şeye bakacak hali yok. Banka birleştirmekle meşguller...