AB çözülürken

Sosyalizmin olmadığı, çünkü kazındığı Avrupa’da, kimilerine göre demokrasinin beşiği AB’de, faşizan yüzlü bir kapitalizmin çıkış parkurunda beklediği anlaşılıyor. Viyana’daki “yeşil cumhurbaşkanı”, bu bekleyişi uzatabilecek mi? Bilemiyoruz. Çünkü onu solda sıfır bırakacak ağırlıktaki İtalya’da, AB’nin en kirli yüzlerinden biri, “demokrat” Renzi, karaya oturmuş görünüyor. François Hollande’ın hak ettiği rezillikle sahneden çekildiği günlerdeyiz.

Demek ki, AB’cilerin ve sosyal demokratların, Gorbaçov döküntüsü pişman komünistlerin, çoktan birer savaş tanrısına dönmüş yeşil tetikçilerin, cinsel-dinsel-etnik kültür mafyasıyla içli dışlı her türlü “sivil toplumcunun” 2017’de rahat yüzü görmesi mümkün olmayacak. Şimdiden anlaşılıyor.

Avrupa metropollerinde neoliberal demokrasilerin veya emperyalist demokrasilerin ezdiği milyonlar, siyasi mekanizmayı işlemez hale getiriyor. Kaybedenlerin etkisi büyüyor. Yoksullaşma, özellikle emeklilerin yoksullaşması, tıpkı Güney Avrupa’nın genç işsizler ordusu gibi, engellenemiyor. Zengin mutfağındaki alarm zilleri durmak bilmiyor. Misal: En az 22 milyon emeklinin yaşadığı, daha doğrusu yaşamaya çalıştığı Almanya’da önümüzdeki yıl bu yoksul kitlenin sandıklara damga vuracağını söylemek, hiç de öyle kehanet falan değil artık. Yoksullaşma, özellikle klasik ve tutucu değerlerle hayata tutunmaya çalışan yaşlıların yoksulluğu, sınıf kaçkınlarının altına sığınmaya çalıştığı yeni kavramlardan “prekarya”, Kuzey Avrupa’yı da başka siyasal maceralara itebilir.

Dün gece kısmen görüldü: Avusturya ikiye bölünmüş durumda. İki aday arasında, sandıktan önde çıkan “demokratların adayı” yeşil profesör Alexander Van der Bellen ile sağ popülistlerin adayı Norbert Hofer arasında pek öyle büyük bir fark yok. Toplum iki ana parçaya ayrılmış durumda.

İtalya ise, dün gecenin ilk sonuçlarına göre, artık Matteo Renzi’nin hezimetini hazmetmeye çalışıyor. Bu “Hayır”dan sonra, Avrupa ahlaksızlığının son dönemde Hollande ve Çipras ile birlikte en kirli örneği, sermayenin demokrat dansözü Renzi’nin, havlu atmaması zor. Ama en korkulan şey, krizdeki İtalyan banka sisteminin çökmesi. Bu, tüm Avrupa’yı uçuruma çekebilir.

Ne olursa olsun, ortada ciddi bir bölünme var ve AB’nin bir felaket havuzu olduğunu söyleyemeyenleri siyasetten atıyorlar.

Viyana’daki bölünmenin gölgesi, uzantısı olduğu Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın zengin ve kuzey ülkelerine de düşecektir. Zaten de düşüyor. 2017, Hollanda, Fransa ve Almanya’da önemli seçimlerin yaşanacağı bir yıl olacak. Sağ popülistlerin, ki toplumun kaybedenleri ve tutunamayanları ya da perekaryası şimdilerde böyle kavramlaştırılıyor, ciddi siyasal başarılara imza atmaları kimseyi şaşırtmayacak. Postmodern faşizmlere giriş yaptık ve bu doğumu AB demokrasisine borçluyuz. Tıpkı bizdeki gibi: Malum, Türkiye’nin “sol liberalleri” Erdoğan rejiminin ebesiydiler.

Avusturya, aslında Almanya ve diğer görece büyük AB metropollerini yansıtıyor. Toplumun ikiye bölündüğünü başka nasıl ilan edebilirlerdi?

Yaygın yoksullaşma ve giderek küçülen bir azınlığın elinde biriken korkunç boyutlardaki -karşılıksız finansal- servet, bütün kurumları sarsıyor. Demokrasi denilen şeyin tam da bu eşitsizlik olduğunu eklemeye gerek yok aslında.

Toplum, özellikle de çalışan sınıflar, bizim kavramsal olarak yakalamaya çalıştığımızı, acaba güdüleriyle, günlük yaşam ve çalışma pratikleriyle görmüş olamaz mı?

Öyle gibi.

Şimdilik bir set önündeyiz. Toplumların çoğunluğu, sadece Avrupa’nın yaşadığı faşizm deneyimlerinin kırıntılarını da içerdikleri için değil, aynı zamanda varlıklarını bir ihracat mucizesine borçlu olduklarını bildikleri için de, yerleşik zenginler (oligarklar veya plütokratlar) ile el ele kültür endüstrisinin önerileri doğrultusunda hareket ediyor. Yani “Beterin beteri var yahu!” diyerek, bir içgüdüyle, tamamen yeni ve yabancı (dolayısıyla ihracat) düşmanı bir maceraya henüz tamamen angaje olmuş değiller. Ama barajda biriken su miktarı tehlikeli boyutlara ulaştı bile. Epeydir Ziya Paşa’nın “Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez” durağındayız. İyi.

İyi de, yerli ve çalışan sınıflar aleyhine bir zenginleşmenin tüm sınırları aştığı, yoksullaşmanın da aynı hızla yayıldığı bir Avrupa’da, toplumsal patlama olmaması mümkün mü? Bu patlamada,yerli yoksulların kendilerinden çok daha yoksul yabancıların sırtından bir çözüm arayacakları anlaşılıyor. Bunu o pek demokratik kültür endüstrisinden öğrendiklerini biliyoruz. Ancak dikkat: Sağ popülizmin birçok sloganında eski komünist talepleri hatırlatan tınılar olmasından yakınanlar da çoğalıyor. Yerleşik zenginler, sağ popülizmin neoliberal reçetelerine karşı değiller, ancak ihracat pazarlarını tehlikeye düşüren ideolojik çıkışları da anlamak istemiyorlar.

Sosyalizmsiz Avrupa’nın, yoksullaşan halk yığınlarını daha fazla demokrasiyle falan uyuşturamayacağı, toplumların birbirlerinin boğazına sarılabileceği zamanlara doğru itiliyoruz.

Viyana ve Roma’dan sonra önümüzdeki aylarda yeni bir sağ yükseliş yaşanacağı anlaşılıyor. Alexander Van der Bellen’e fazla sevinen ve Renzi’ye sınırsız üzülen “en demokratlar”, sosyalizm düşmanlıklarıyla çok yeni felaketler çağırmayı sürdürecekler.

İşçi sınıfına yönelik sosyalist müdahaleler o nedenle önemli. Sınıf ve sosyalizmi lügatlarından çıkararak solculuk taslayabilen tüm demokratlara hatırlatmış olalım: Fırtına ektiniz, hâlâ da ekmeyi sürdürüyorsunuz. Bakalım, hep birlikte ne biçeceğiz?