Zaferin ve yenilginin diyalektiği

1961 Anayasası ile birlikte Türkiye’de sola önemli bir kapı aralanmıştı. Anayasanın ilanıyla aynı yıl 12 sendikacı tarafından kurulan TİP, 4 yıl sonra katıldığı ilk genel seçimde 15 milletvekiliyle Meclise girmeyi başardı. Üzerine bütün dünyayı sallayan 68 dalgası geldi. Düzenin efendileri ürkmüştü. Seçim yasasını değiştirdiler. TİP bir sonraki seçimde aşağı yukarı aynı miktarda oy almasına rağmen Meclise sadece 2 milletvekili ile girebildi. Ama sol dalga sokakları kasıp kavurmaya devam ediyordu. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre, “toplumsal bilinç ekonomik gelişmenin önüne geçmişti” ve bunun durdurulması gerekiyordu. Ordu 12 Mart 1971’de hükumete muhtıra verdi. Sıkıyönetim ilan edildi, sokaklarda solcu avına çıkıldı. TİP kapatıldı, Behice Boran ve parti yöneticilerinin çoğu tutuklandı. Düzen zafer kazanmıştı.

Dört yıl kapalı kaldıktan sonra, 1 Mayıs 1975'te yeniden kuruldu. Behice Boran genel başkan oldu. TİP yoluna devam ediyordu ve 12 Mart darbesi yapanların zaferi hiçbir şeye engel olamamıştı. Solu durdurmak üzere paramiliter güçleri saldılar sokaklara. Kendine ülkücü diyen halk düşmanı faşist çeteler devlet desteğinde sola savaş açmıştı. Fakat bu da hiçbir işe yaramadı. Büyük ve karanlık bir organizasyon dalgayı durdurmak üzere 1977 1 Mayısında Taksim’de iş başındaydı. O gün alanda toplananların üzerine ateş açtılar, onlarca kişiyi öldürdüler. Bir yıl sonra 1 Mayıs’ta toplanmayı da yasakladılar. Sokakları durdurmak için yeni bir zafere ihtiyaç vardı.

***

12 Eylül 1980’de Memduh Tağmaç’ın izinden gidenler yeniden darbe yaptı. Bütün partileri, dernekleri, örgütleri kapattılar. Kapatılan partiler arasında TİP de vardı. Milyonun üzerinde insanı gözaltına aldılar, işkence ettiler, yıllarca yargısız hapislerde tuttular. Tek amaçları ekonomik gelişmenin önüne geçen toplumsal bilinci köreltmekti. Baskının yetmeyeceğine karar verip dini kamu yaşamına soktular, din dersini zorunlu yaptılar, başta Fethullahçılar olmak üzere pek çok tarikatı el altından desteklediler. Darbenin başı Kenan Evren il il dolaşıp “ben de imam çocuğum” diye başlayan zafer konuşmaları yapıyordu. O konuşurken Diyarbakır, Metris, Mamak cezaevlerine doldurdukları solculara, Kürtlere ağır işkenceler yapılıyor, Nazi toplama kamplarını aratmayacak sahneler yaşanıyordu. Dediklerine göre başlarına bela olan o toplumsal bilinç sıçraması böylece durdurulmuş, yine zafer kazanılmıştı.

Fakat tam toplum derin bir sessizliğe büründü derken bir avuç militan 1984 yılında Eruh ve Şemdinli’de askeri noktalara saldırdı. Ülkenin nur topu gibi yeni bir sorunu olmuştu. Generaller bu “bir avuç eşkıyanın” tez zamanda üstesinden gelineceğini müjdeledi. Özal “halka sesleniş” konuşmasında pahalı kalemini halkın gözüne sallayarak garanti verdi; ekonomik gelişmeyi baltalayanlar “Allah’ın izniyle” bertaraf edilecekti.

Sonra olayın bir avuç eşkıyanın işi olmadığı anlaşıldı. PKK ülkenin her yerini yangın yerine çeviriyordu. Bulabildikleri tek çözüm içinde Kürt geçen bütün kelimeleri yasaklamak oldu. DGM’ler sansür kurulu gibi çalışıyordu, polis insan avındaydı. Mehmet Ağar “1001 operasyon yapıyor” ama yine de toplumsal bilincin ilerlemesi durdurulamıyordu. Zafer yine kadük olmuş, yaydıkları hukuksuzluk ve sınırsız şiddet devleti çürütmüştü.

***

Laiklik alanında kazandıkları zafer daha dramatik bir sona doğru götürüyordu ülkeyi. 12 Eylül generalleri “İslamcılık gerekiyorsa onu da biz yaparız” diyerek devletin kontrolünde bir din yaratmayı planlamışlardı. Genelkurmay ve ona bağlı Toplumla İşler Başkanlığı bu amaçla yurtdışı seferlere bile çıktı. Laik subaylar halkı “bölücü ve yıkıcı hareketlere karşı” bilinçlendirmek için dini vaazlar verdi. Dediklerine göre, böyle böyle irticaya karşı zafer kazanmışlardı.

Fakat tam zafer ilan edecekken seçimlerden Erbakan’ın İslamcı partisi birinci çıktı. Onlar da 28 Şubat’ta muhtıra verdiler İslamcı partiye. Muhtıraya veren generale göre Türkiye Cumhuriyeti 1000 yıl laik kalacaktı. Birkaç yıl sonra “Ergenekon Lobi” adlı bir belge dolaşmaya başladı ortalıkta. Sonra o belge büyük bir davaya dönüştü. Laiklik lafı eden bütün askerleri topladılar, laiklik lafını unutturana kadar içeride tuttular. Bıraktıklarında hepsi kekeme olmuştu. O arada ülke İslamcı bir çete tarafından ele geçirilmiş, laiklik de, cumhuriyet de tepelenmişti.

Sola karşı düzenin cıngılında 10 kaplan gücünde olan o Fantom kılıklılar, İslamcılardan 10 yıldır hayatlarının dayaklarını yiyorlar. Ağzı burnu yamuldu hepsinin. Kimi AKP’nin, kimi CHP’nin kapısını tırmalayıp duruyor, vatanı kurtarmak için!

***

Malumunuz, Nurettin Yıldız nam ilahiyatçı kız çocukları ile ilgili sözleri nedeniyle bir yazımda “pedofil” dediğim için bana ve soL’a dava açtı. soL’un haberine göre Adalet Bakanı müsteşarı hazretin hayranıydı. Aleyhimize sonuçlandı dava haliyle. Yetinmedi, hem davaya konu yazıya, hem de davayla ilgili bütün haberlere erişim yasağı koydurdu. Zafer kazanmış gibi görünüyordu.

Ama eli ayağı duracak gibi değildi. İşi bebelerden çıkarıp asansöre, ketçaba, hardala, yatağa, yorgana falan vardırınca devletin tepesinden sıkı bir zılgıt yedi. Sonra Diyanet işleri başkanı haşladı. Ardından Devlet Bahçeli ağzına geleni söyledi. En son Yargıtay başkanı “sapık, yobaz, gerici” diye saydırıyordu. Gıkı çıkmıyor artık.

***

Yazarken bir de ne göreyim, önde ÖSO, arkada TSK, Afrin’in fethini tamamlamışız. İstanbul’un fethinden uzun sürdü gerçi ama olsun, Kıbrıs’tan sonraki ilk ve tek zaferimizdir. Haliyle devlet büyüklerimizi biraz fazlaca heyecanlandırdı. Haşa, aralarında Çanakkale Zaferi’ne de benzetenler var ki, sonu benzemesin, külliyen bidattir. Çanakkale 1915’te geçilememişti ama bir iki yıl sonra Gelibolu yarımadasını ellerini kollarını sallayarak geçen düşman donanmaları İstanbul önlerine demir atıp İmparatorluğun başkentine asker çıkardı. Demem o ki arkasını getiremedikten sonra zafer kazansan ne kazanmasan ne?

Bu sebeplerle biz o anki zafere değil, sonrasında olacaklara bakarız. Afrin’i fethettim derken Diyarbakır’ın elden kayıp gitmesinden korkarız. Fetih işi netameli bir iştir çünkü. Hesabı, kitabı iyi yapmadın mı elinde patlaması büyük ihtimaldir.

***

Roma İmparatorluğu, yüzlerce medeniyeti ve ülkeyi fethede fethede gelişip yayılmıştı. Haliyle ilerlerken pek çok meydan okumayla da karşılaşmıştı. Epir kralı Pirus’un (Pyrrhos) meydan okuması en bilinenlerden biri. Pirus, M.Ö. 3. yüzyılda Romalıların işgalinden korkan Helen şehri Taranto’nun yardım çağrısı üzerine 25 bin askeriyle Adriyatik denizini geçti. Askeri dehasıyla Romalıları iki savaşta mağlup etti Pirus. Fakat bunu askerlerinin ve kaynaklarının çoğunu kaybetme pahasına yapabildi. Gelin görün ki Romalıların kaynakları ve gücü hiç tükenmeyecek gibi görünüyordu. Savaşa devam etmenin anlamsız olduğunu fark etti. Geri döndü ve Roma böylece Güney İtalya’nın kontrolünü eline geçirdi. Plutark’ın aktardığına göre Pirus son zaferinde şöyle mırıldanmıştı: “Tanrım bana bir daha böyle bir zafer yaşatma.” “Pirus Zaferi’’ bu karşılaşmanın mirasıdır.

Meraklısına not edeyim, Pirus geri döndükten sonra da rahat durmadı; Sparta’yı fethedeyim derken Argos sokaklarındaki bir gece çatışmasında öldürüldü.

Demek ki olup biteni anlamak için meydanda gözükene takılıp kalmayacaksın. Belki de zafer çığlıkları büyük bir hezimeti gizlemektedir!

***

12 Mart’ın etkisi 1973’te CHP-MSP koalisyonunun kurulmasıyla dağılmaya başlamıştı. Hükumetin kurulmasının hemen ardından ilan edilen genel afla hapishaneler boşaldı. Türkiye kaldığı yerden yürüyüşüne devam ediyordu.

Bir yıl sonra, 1974’te Kıbrıs çıkarmasına karar veren de CHP-MSP koalisyonuydu. Kıbrıs müdahalesi toplumda büyük başarı olarak algılanmıştı. Koalisyon ortakları bu algının oya dönüşeceği sandı. Ama öyle olmadı. Koalisyon dağıldı, Ecevit indi ve Milliyetçi Cephe hükümetleri dönemi açıldı. Türkiye kanlı bir iç savaşın içine doğru sürükleniyordu.

Zafer havai bir şeydir, havaya girmeye gelmez. Bazen kazanıyorum sanırsın fakat bir süre sonra kaybettiğini anlarsın. Bazen kaybedersin ama zafer sana daha yakındır.

Ne çok zafere tanık olduk ve ne çok yenildik. Ayaktaysak hâlâ, görmemizden gideni ve gelmekte olanı. Biliyoruz çünkü eninde sonunda kazanacağımızı…