Yeni bir aydınlanma için

Marksizm, Aydınlanmanın ışığının söndüğü, Romantizmin bütün Avrupa’yı istila ettiği bir zaman aralığında şekillendi. Aydınlanmanın evrenselliğine karşın, romantizm yerelliğin üzerinde yükselmekteydi. Fransız Devriminin açtığı yol kapanıyor, Aydınlanma fikirleri hızla terkediliyordu. Aydınlanmanın ışığında görünen devrimci yol, kurulu düzeni ürkütmüştü. Kilise, devrimin kendisine yönelttiği şiddetin Aydınlanmadan ve onun taşıyıcısı olan Masonluktan kaynaklandığı kanısındaydı. Bir “Avrupa kimliği” inşa etme ihtiyacından doğan romantizm ise Aydınlanmanın yıkıcı “enternasyonalizmi”ne düşmandı. Böylece Kilise ile romantikler bir zorunlu ittifak kurdu.

Alman romantik düşünürleri bireyin gücünün kaynağını Aydınlanma akılcılığında değil, sezgilerde ve duygularda arıyordu. Şehirler ve orada yaşayan insanlar yozlaşmıştı; hâlbuki taşra ve onun üzerinde yükselen kırsal yaşam saflığın kaynağıydı. Dil, bu sadeliğin yegâne sembolüydü ve yeni keşfedilen “ırk” o dili konuşan herkesin oluşturduğu bir bütün, vatan da o dilin konuşulduğu bütün toprak parçalarıydı. Böylece Aydınlanma Avrupa’sının ortasında, o kimliği reddeden yeni bir kimlik inşasına girişildi. Unutulmaya yüz tutmuş eski efsanelerde “ırk”ın izleri aranmaya başlandı. Almanlar eskiden büyük, “cennete benzer” bir ülkede yaşamışlardı ve tarihe inat tarih boyunca hep ayakta kalmayı başarmışlardı. Efsaneler ayakları üzerine dikilip “Almanların” elinden tutacaktı,  “ulusun inşası” için önemli bir ideolojik eşik aşılıyordu.

Altyapısını Alman romantizminin oluşturduğu kültürel ve otoriter bir milliyetçilik Avrupa’yı şekillendirmeye işte böyle başladı. Avrupa’nın kıyısında imparatorluklardan koparak yeni yeni kurulmaya başlanan devletler ulusal kalkınmalarını gerçekleştirmek için Almanya’yı taklit ediyorlardı.  Pan Germenizim, Panslavizm ve diğer dışlayıcı etnik kimlikler bu siyasal iklimde yeşerdi. Ulus ideolojisinin pekiştirilmesi için ihtiyaç duyulan “düşman” ise “Türkler”di. Onların verdiği hasarlar yüzünden “Türklerden” kurtulan yeni Balkan devletleri parlamentarizmi beceremiyordu; o halde ılımlı bir “otokrasi” onlar için ideal yönetim biçimiydi. Bu biçimin kaynağı da Almanya’ydı. Büyük güçler Alman prenslerin yeni kurulan devletlere kılavuzluk etmesini yararlı buldular. Yunanistan’dan Romanya’ya, yeni kurulan pek çok devlet Alman Prensler tarafından yönetilmeye başlandı. Batı ayakları üzerinde doğruluyordu ve “Doğu” Avrupa için artık bir “sorun”dan ibaretti. Marx ve Engels, gazetecilik kariyerlerini bu yeni “sorun” üzerine yazarak yapacaktı.

Fakat bu gidişi bozan umulmadık bir gelişme ortaya çıktı. Devrimci bir dalga yeni inşa edilen Avrupa kimliğinin duvarlarını dövmeye başladı. Marksizm, işte o dalganın bir ürünüdür.

Nedir o dalga? 1845’te tüm Avrupa’da yaygın bir kıtlık baş gösterdi. İki yıl sonra büyük şehirlerde kalabalıklar ekmek diyerek ayaklandı. 1848 ilkbaharında Rusya dışındaki bütün Avrupa devrimci dalgayla sarsıldı. Ulusal birliğini sağlamamış bölgelerde bir ulusal birlik hareketi görünümündeki devrim, kıtanın önemli bir kısmında sosyalist bir hareket karakterine büründü. Öncüsü, sistem içindeki mevzilerini hızla kaybeden orta sınıflardı. Onlara toplumsal piramidin en altındaki işçiler ve topraksız köylüler katılınca devrimin etki alanı genişledi. Devrim muhafazakâr düzenleri sarstı, krallar çekildi, hükumetler yıkıldı ve Papa Roma’yı terk etmek zorunda kaldı.

Ama devrimin alaşağı etmekte olduğu muhafazakârlar orta sınıfa yanaşarak dalgayı durdurdu. Bu işbirliği muhafazakârlara yeni bir hayat şansı verdi. Devrime orta sınıfların arkasında katılan işçi sınıfı yarı yolda bırakılmıştı. Ama onlar da böylece orta sınıfa güvenilmeyeceklerini anladılar ve sınıf örgütlenmesi için yol açılmış oldu.

Marksizm’i şekillendiren yaşanmış ilk devrim dalgasıdır bu. Paris Komünü daha sınırlı ama sınıfsal yanı daha saf bir hareket olarak işe karışacaktır ama bunun için vakit henüz erkendir.

Devrimin karşısındaki “muhafazakârlıkta” Kilisenin ve romantizmin rolü açıktır. Romantizm, büyük ölçüde Marks’ın “Alman İdeolojisi” dediği şeydir, Kilise Aydınlanmanın mücadele ettiği şeylerin bir toplamıdır. Marx, savaştığı bu iki şeyin niteliğini çok erken bir zamanda kavramıştır.

Evet, Marksizm bir yandan sert ve tavizsiz “romantizm” eleştirisidir ama öbür yandan içinden geçilen dönemin tortuları da metinlerde görülmektedir. Örneğin yüzyılın başlarında “romantizmin” icat ettiği “Helen kimliği” Marksizm’in şekillendiği dönemde pek makbuldür. Marx da eğitimine “Yunan düşüncesi” üzerine araştırmalarıyla başlamış ve zorunlu olarak “Helenofil” bir çizgi tutturmuştur.

Ama bütün bunların ötesinde bu yazı için önemli olan şey, Marksizm’i şekillendiren 1848 Devriminin Romantizme ve Kiliseye bir başkaldırı niteliği taşımasıdır. 48 Devrimi minyatür bir Aydınlanmadır.

Komünist Manifesto, 48 Devriminin düşmanlarını şöyle sıralamaktadır:

"Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları.”

Bu düşmanlara karşı, 1848’in devrimci dalgasında yeni bir sınıf şekillenmektedir ve ışığı geleceğe taşıyacak tek güç bundan böyle o sınıftır; "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir." Yeni sınıf, bu savaşı sürdürecektir ama ittifak yaptığı orta sınıfın rolü de henüz sona ermemiştir. Burjuvazi ele geçirdiği hemen her yerde bütün “romantik ilişkiler”e bir son verecek, onları dünyevi bir ilişkiye dönüştürecektir. İşte henüz sona ermemiş bir rol, Manifesto’da yer yer bir orta sınıf övgüsünü mümkün kılmıştır. Devrimcinin, henüz sürmekte olan devrimci role bir saygı duruşu sayabiliriz bunu ama Artık o rol bitmiştir…

Aydınlanma karşılaştığı her yerde Kiliseye saldırmıştı çünkü onun kurduğu düzen karanlığın düzeniydi. Işık için o duvarın yıkılması gerekiyordu. Yalnız, o da esinini “dinler tarihi”nden ödünç almaktaydı. Marksizm bunun imkânsız hale geldiği bir devrimin kucağında doğdu ve şekillendi. “Hepimiz birden bire Foyerbahçı olduk” sözünün ifade ettiği budur. Karanlıksa, doğa, aklın sığınabileceği tek sığınaktır.

Marksizm hem Aydınlanmanın bir ürünü hem de onun varması gereken mantıki sonucudur. Onu var eden “Aydınlanma” elbette yinelenemez veya yenilenemez ama Marksizm üzerine bir yeni Aydınlanma inşa edilebilir.

Bu yeni bir aydınlanmadır.

Not: Sodom ve Gomore yazısı nedeniyle KP üyesi bir arkadaş eleştirilerini iletti. Kendisinin aynı zamanda LGBT üyesi olduğunu, yazıda Lut kavmine yapılan atıflar nedeniyle rahatsızlık duyduğunu belirtti. Ancak dikkatli bir okumayla görülebileceği gibi, Lut kavmi ile ilgili alıntılar iki “erkeğe” tecavüz etmek isteyen dindar öteki “erkekler” ile ilgili. Ayrıca yazıdan anlaşılacağı gibi “ensest” örnekleri de verilmiş ve yorum bu genel hal üzerinden yapılmıştır.

Her ne ise, benim bilinçli ve gönüllü yapılan hiçbir eylemi “ahlaksızlık” “sapkınlık” gibi kavramlar içinde değerlendirmem söz konusu olamaz. İnsan bizim için esastır ve gerisi teferruattır. Sıkıntı vermem bir yanlış anlamadan kaynaklanmış olsa bile, pardon!