Türkü tadında

Bugün ne cehaletin saltanatına bakıp kederlenmek var, ne haklının haline bakıp hüzünlenmek. Bugün ne isyan var, ne öfke. Bugün içimden gelmedi ülkeyi yazmak. Hem yazacak hâli mi kaldı ülkenin? Yenisini kuracağız işte, orası belli. Nasıl, henüz bilmiyoruz, ama inanıyoruz. Bugün boş bıraktım kitaplara ayırdığım satırı, kaçtım karanlığın gölgesinden, müziğin büyüsüne sığındım. Bugün sadece insanlar ve türküleri var yazıda o yüzden.

Sağlam bir sığınağım da var üstelik. Mesela diyor ki şair;

“İnsanların türküleri kendilerinden güzel,

                                 kendilerinden umutlu,

                                 kendilerinden kederli,

               daha uzun ömürlü kendilerinden.

Sevdim insanlardan çok türkülerini.

İnsansız yaşayabildim

                       türküsüz hiçbir zaman.”

Öyleyse? Ne gericinin böğürmesi, ne faşistin höykürmesi, ne yandaşın böbürlenmesi, ne liberalin ağlaması umurumda bugün. Güzel, umutlu, kederli türkülerden söz edeceğim size.

Civan Gasparyan, Ermeni. Balaban virtüözü. Balabanı biz daha çok “mey” veya “düdük” olarak biliyoruz. Belki de müziğin en mütevazı görünüşlü aletidir balaban. Gasparyan o mütevazı aleti en iyi öttürenlerden biri. “Mayrik” adlı parçasında balabanına sesiyle de eşlik ediyor Gasparyan. Öyle bir ses ki, balaban mı böylesine kederli, yoksa ona bu kederi bulaştıran üfleyenin nefesi mi, karar veremiyorsunuz. “Mayrik”, anne demek Ermenicede; belli ki annenin arkasından söylenmiş bir ağıttır duyduğumuz.

En kederli türkülerin annelere ağıt olması rastlantı değil. “Manaki mu”, üzerine bu toprakların kederi bulaşmış bir başka ağıt. Anneye yazılmış yine. Ege türküsüdür. “Mendilimi kaybettim ben, dikkatsizliğim yüzünden. Vurma polis efendi, fukarayım, yoktur bir suçum. Anacığım, anacığım, başcağızım öyle bir ağrıyor ki…” Meali böyle. Geçen yüzyılın başında yapılmış kayıtları var, yitip giden annelerin soluk fotoğrafları gibi her biri. Yeni bir yorumunu Kardeş Türküler yaptı. Arkasına da bir Kütahya türküsü ekledi ki o kadar olur. “Ben kendimi gülün dibinde buldum…” türkünün adı. İki yakanın sözleri ve gaydası farklı, duygusu ortak hüzünleridir.

“Manaki mu”nun ardından gelen türkünün kaynağı Hisarlı Ahmet. Kendi kendini kuran, kendi yolunu bulan olağanüstü bir insandır Hisarlı Ahmet. 1984’te, pek çok kederli türkü bırakarak arkasında, çekip gitti aramızdan. Şöyle diyor türküsünde;

“Ben kendimi gülün dibinde buldum

Kuru sevdaymış sarardım soldum

Sevda bir düş imiş kendime yordum

Ay karanlık gece vurdular beni

Yârin cehresine sardılar beni…”

Diyeceksiniz ki anne türkünün neresinde? Hiçbir yerinde. “Sevda bir düş imiş kendime yordum”… Yâr var onun yerine. Türkülere bakılırsa anne kadar kutsaldır o da…

Bir de anneye ağıdın Karadeniz esintili olanı var. Marsis’in “Deda”sı o da. Deda annenin Gürcücesidir, ağıttır.

***

Annemi kaybedeli altı yıl oluyor neredeyse. Bir gün, umulmadık bir anda, ansızın çekip gitti. Samsun’a bakan bir dağın yamacında şimdi. Yetimliği bilmem, kendimi adıma önemsemem de. Ama öksüzüm anlayacağınız. Belki onun içindir bu türkülere takılıp kalmamın asıl sebebi.

Pontus kökenli kemençe üstadı Makulis’i (Matthaios Tsahouridis) annemi kaybettiğim o yıllarda keşfettim. Tuhaf bir tarzda kemençe çalıyordu Makulis. Kemençe sesi kulağımda çocukluğumdan kalan bir tını. Çoğu oynak havalardır hatırladığım. Ama Makulis onları bilinçli olarak kedere ve hüzne bulamış gibi. Onun parçalarından birini Karadenizli kemençe virtüözü Ekin Uzunlar da seslendirdi yakın zamanda. “Hediye” adını taşıyor parça. Ekin Uzunlar bu türküde kemençesine sesiyle eşlik ediyor üstelik. Tepeden tırnağa Karadeniz’dir.

“Ben Denizde Bir Gemi” de Karadeniz esintili bir türkü. Ekin Uzunlar’ın kemençesiyle hayat verdiği bir versiyonu var. Şöyle sözleri; “Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni. Ben ağaçta bir yaprak, rüzgâr savurur beni.” Annesini kaybetmiş her faninin ruh halidir bu…

Madem hüzne açtık kapıyı, İmamyar Hasanov’u çağıralım yardıma. Hasanov Azerbaycanlı. O da "kamanca“cı; daha doğrusu kabak kemane üstadı. “Ay Işığında”nın olağanüstü yorumlarından biri ona ait. Diğeri Nermina Memmedova’ya. Aynı türküyü piyano eşliğinde söylüyor Memmedova. “Tez geldi hicran, ayrıldık haman, ay ışığında…” Ayrılmaların en acısı ay ışığında olandır.

2010'da kaybettiğimiz Denizlili Talip Özkan’ı hatırlatıyor bu türküler bana nedense. “Girdim Yârin Bahçesine” türküsünü ondan hüzünlü çalıp söyleyen yoktur belki de. Azerbaycan kökenli bir türkü bu da. “Yar yolunda dağlar geçtim, sulardan içtim. Bin bir güzel gördüm ay kız, tek seni seçtim” diyor ki, safi aşktır bu.

Kırşehirli Neşet Ertaş bunu almış, rakı kokulu uzun bir gecenin süzgecinden geçirmiş ve şöyle bir hale dönüştürmüş:

“Saçlarını ben öreyim

Buna dayanmaz yüreğim

Seni vermem Azrail’e

Ben öleyim ben öleyim…”

Ne söylenebilir üstüne? Aşktır ve kesinlikle ay ışığındaki ayrılıklarla demlenmiştir.

***

Ağıtların hepsi anne kokulu, yar kokulu değildir. Savaş ve ölüm kokar çoğu. Türkülere o koku da siner, evet. Savaş kokulu türkülerin en güzellerinden biri İzmir-Bergama kaynaklı. Şöyle sözleri;

“Gerizler başında hoplayamadım

Döküldü cephanelerim toplayamadım

Düşman galip geldi haklayamadım…”

E hep düşmanı sen haklayacak değilsin ya! Haklanma ihtimalin de yüksektir savaşa gittiysen. Korkarsın da üstelik ki, gayet insanidir.

“Magusa limanından aldılar

Üç mil uzağına attılar beni

Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun

Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun…”

Bu da Kıbrıs türküsü. Adı geçen Ali, bizim Ali değil. Ama nedense her dinlediğimde bizim Ali’yi, Ali İsmail Korkmaz’ı yeniden kaybetmiş gibi hissediyorum kendimi. Dayanamıyorum sonunu getirmeye.

Ağlamamak için tek yol var böyle durumlarda. “Tokat Semahı” dinlemek. “Amasya Semahı” diye bilinir ki doğru değildir. Senfonik bir eser kıvamındadır aslı. Bizim Hüseyin’den, Hüseyin Turan’dan dinlemenizi öneririm.

***

“Bulundum ben dahi darüş-şifâ-yı Bâb-ı Âli’de   

Felatun’u beğenmez anda çok divaneler gördüm.”

Böyle diyor Ziya Paşa Osmanlının son döneminde toplumun ve devletin içinde bulunduğu perişanlığı anlatmak için. Yalçın Hoca aradı bir iki ay önce; “Orhan bunlara baka baka köreliyoruz, cahilleşiyoruz” dedi. “Bunlar” dediği ülkeyi yönetenler. Şu gündeme baksanıza. Bir yanda Peskevitçi Yedisekiz Devlet Paşa ile ittifak turları, öte yanda fesli Kadir, takkeli Nurettin, cübbeli Ahmet, hanedan bakiyesi işportacı Nilhan, türkücü Havuz, filmci Hülya. Çok derine gidersen havalı Alev, belgeli Murat. “Google Abdülhamit icat etti” diyen tarih profesörüne, peygamber Nuh’un oğluyla cep telefonuyla konuştuğunu iddia eden “deniz bilimi” doktoruna gelmedik daha. Baştan ayağa perişanlıktır.

Adele, "Million Years Ago" adlı şarkısında “Sadece yere değil gökyüzüne bak” diyor. Gökyüzüne bakmayı unuttuğumuz günlerden geçiyoruz hâlbuki ve sadece sürüngenleri görüyoruz.

***

“Saçını boynuma dolar ağlarım

Verseler yârimi güler oynarım

Arabaya taş koydum

Ben bu yola baş koydum

Seni gelecek diye

Sol yanımı boş koydum...”

İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden. O türkülere sinen hüzün bizim, keder de, öfke de, isyan da. Aşk bizimdir, hasret bizimdir, umut biziz. Mecburuz, türkü tadında yeni bir hayat kuracağız bu topraklarda.

Sol yanımız boş, uzat elini!