Orhan Gökdemir

Öncüsü Sait olanın yönü İslamcılıktır, Osmanlıcılıktır, antikomünizmdir, cumhuriyete, laikliğe düşmanlıktır. Hem Saitperver hem ilerici olamazsınız.

Öncüsü Sait olanın…

Orhan Gökdemir

“Bediüzzaman” veya “badi’u-z-zaman”, Arapça, çağın veya zamanın harikası-güzelliği demek. Emsalsiz ve erişilmez olana işarettir. Beddiüzaman, kendine uygun gördüğü lakap budur, Sait’in çağın harikası ve zamanın en büyük icadı olduğunu söylüyor takipçilerine. Lafı dolandırmaya gerek yok, bu özelliklere sahip biri çağın peygamberidir aynı zamanda. Ne olacak, sayısını 124 bine bağlayan var, yüzde yüz zam yapıp 224 bin diyen var. Müslümanlar 25’inin ismini biliyor, Sait eklenmiş 26 olmuştur, ha bir eksik ha bir fazla. 

Peki gerçeği ne? Cahildi ama tuhaf derecede şişkin bir egosu vardı. Daha ergenliğinde bir tür “harika” olduğuna inandırılmıştı. Abdülhamit dönemiydi, atanamamış peygamber pozuyla Saray bahçesinde turlarken şüpheli bulunup derdest edildi. İfadesini alanlar deli olduğuna karar verdi, önce tımarhaneye, sonra nezarethaneye gönderildi. 

E o da Abdülhamit’in düşmanlarına kırdı dümeni. İttihatçılara katıldı, o sayede zamanının etkili gizli teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa’ya devşirildi. İçinden geldiği Nakşi-Halidi tarikatı Osmanlının kucağında büyümüştü, o alışkanlıkla kucağına oturacak bir devlet arıyordu. Ancak devlet Sarayla İttihat Terakki arasında gidip geliyordu. Devletle ve ona rengini veren ideolojilerle, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te, hep inişli çıkışlı ilişkileri oldu haliyle. Bununla birlikte devletin kucağından hiç inmedi. 31 Mart 1909 gerici ayaklanmasından bugüne miras kalan tek şahsiyet o. Halidi Şeyh Sait’e çok yakındı, ancak isyanından “ben devlete kurşun sıkmam” diyerek uzak durmayı tercih etti. Bir din “ulu”su olarak sunulmaya çalışılıyor ama ölümüne yakın Adnan Menderes tarafından şehir şehir dolaştırılan bir seçim kuklasına dönüştürülmüştü. Amerikancı, antikomünist ve cumhuriyet düşmanıydı. Sırlı, anlaşılmaz, sayıklamalarla dolu “risaleler” yazdı. Yazdıklarını Kuran’dan daha değerli görüyordu. Kullanıldı, bir yana bırakıldı. 

Fethullahçılar onun bıraktığı yerden devam etti. Fethullahçılık, Said-i Nursi risalelerini okuma, yorumlama, çoğaltma üzerinden ilerleyen Masonik bir tarikattı. Faaliyetlerinin tamamını “hizmet” diye tanımlıyorlardı. Kurdukları denklem basitti; ahir zamanda yaşıyordu Müslümanlar. Komünist-Materyalist felsefe, bilimi de arkasına alarak, imana karşı büyük bir saldırıya geçmişti. Hizmet, yaklaşan bu felaketi önlemek için yapılan bütün faaliyetlerdi. Sonunda Mehdi gelecek, imanı kurtaracak, hilafeti geri getirecek ve şeriat ilan edecekti. Komünizm ahir zamanın büyük deccalıydı ve bu nedenle esas mücadele Komünizme karşı mücadeleydi. Beklenen Mehdi Said-i Nursi’ydi, o ölünce postu Fethullah Gülen’e kalmıştı haliyle. 

Mehdi dedikleri ne? Ahir zamanda ortaya çıkacak bir kurtarıcı; zıplayıp yeryüzüne inecek ve İslam hakimiyetini kuracak. Mehdi dedikleri, bir tür din Süpermen’idir özetle. Bunlar böyledir, bir peygamber değillerse kesin Süpermen’dirler. 

***

Hatırlatmasak bu tuhaf İslamcılığın portresi eksik kalır; Antikomünizm İslamcı hareketin alamet-i farikasıdır. Başlangıcında hep bu var. 1950’li yıllarda Soğuk Savaş’ın sıcağında Demokrat Parti marifetiyle Türkiye’nin her tarafında Komünizm Mücadele Dernekleri kuruldu. “Nur talebeleri” bu derneklere koştu ve ilk siyasi tecrübelerini “Komünizmle mücadele” içinde yaptı. Siyasal İslamcılığın tarihinde sembol olmuş kim varsa antikomünizmle zehirlenmiştir. Şimdi şair diye yutturulup Nâzım’ın yanına iliştirilmeye çalışılan Necip Fazıl, “Komünistlikle Mücadele Polisi” kurmayı önermişti vakti zamanında. “Demokrasi taassubu, komünizmayı himayeye kadar vardırılamaz. Devlet istediği şahsı durdurup, Komünist olmadığını ispat et diyebilmek vasıta ve salahiyetine sahip olmalıdır” demişti. Gerek kalmadı, iktidar olup bütün devleti “Komünistlikle Mücadele Polisi”ne dönüştürdüler. Özetle, tarihimizdir.  

***

Bir portre unsuru daha; Rehabilite edilip düzenin bir ulusuna dönüştürülmesini “liberal” Şerif Mardin’e borçluyuz. Bu sonradan Nurcu, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünün kurucusuydu. Rastlantı sayılmamalı, siyaset bilimi soğuk savaş döneminde imal edilmiş bir “bilim” dalı. Çevre-merkez kuramının da acentalarından biri o. Bir ayağı ABD’de, öbür ayağı İletişim Yayınlarındaydı. Din ve modernleşme üzerine yazıyordu. “Yeni Osmanlıcılık”ın mucitlerindendi. İslamcılara yakın, “modernleşmeci-batıcı hareketlere” uzaktı. Daha ne olsun?

2010’lu yıllarda Batı ve yerli ajanları AKP’yi parlatmakla meşguldü. Hiç gelememiş demokrasi nihayet AKP marifetiyle gelecek, ülke AB’ye girip Kemalizm’le içine düştüğü makus talihini yenecekti. Şerif Mardin’in yazıp söyledikleri dönemin ruhuna pek uygundu. Türkiye’nin İslamizasyonunda ve Osmanizasyonunda en etkili “akademisyen”lerden biriydi. “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” adlı kitabını neden yazdığını şu sözlerle açıklamıştı: "Bediüzzaman Said Nursi'nin düşüncelerini, İslâmî düşünürler kesiminde en önde gelen fikir birikimlerinden biri sayıyorum… Bediüzzaman ciddî konular üzerine eğilen, ciddî bir insandır. Fakat bunun yanında sosyal değişimin beraberinde getirdiği sorunları derinlemesine, ‘balon’ların cazibesine kapılmadan ve sorunların özüne giderek inceleyen bir kişiydi…” Demek ki burada da laikleştirilmiş bir Mehdi, üfürüğü kuvvetli bir Süpermen ile karşı karşıyayız. Liberal Beddiüzzaman okumasıdır. 

***

Artık hatırlatmaya sıkılıyorum, bu topraklarda tarikatlara dayanarak yönetme geleneği ta Osmanlının kuruluşuna dayanıyor. Said-i Nursi’nin içinden geldiği Nakşi-Halidi Tarikatı ise 1826’dan beri devlettir, devletle iç içedir. Nurculuk devlet olan o tarikattan türemiştir ve neredeyse cumhuriyetle yaşıttır. 

Cumhuriyet yıkılıp, tarikatla yönetmeme molası sona erince Sait de düzenin yeni ideoloğu katına yükseltildi haliyle. Kemalizm’den çark eden düzen Said-i Nursi limanına demir atmıştı. Gözleri açık kâbuslar gören bu yarı deli tuhaf adam kapitalizmin yeni halinin birebir yansımasıydı.

***

Zamanımız ne ki harikası ne olsun? Ara tara bulabildikleri kişilik işte budur. Peki, bu kişilik bir öncü olarak kabul edilebilir mi? Edilebilir. Sait, Türkiye’deki gericiliğin öncülerinden biridir. Peki, Sait Kürt sorununun çözümü konusunda da bir aydın ve öncü olarak kabul edilebilir mi? Edilebilir. Bu da “Kürt İslam Sentezi” doğrultusunda bir Kürt çözümünü varsayar. Bu durumda Sait, “Kürdi” kılığına bürünerek, bu çözümün ulularından birine bile dönüşebilir. 

Ama lakabı Kürdi olsa da Sait’in Kürtlüğü pek tartışmalıdır. Tarikatta kimlik inançtandır, Kürt veya Türk olmanın hiçbir önemi yoktur. Mollada etnik kimlik aranmaz. Şöyle örnekleyelim; Türkiye’deki en önemli tarikatların kökeni sayılan Molla Halid Süleymaniyeli bir Kürt’tür. Ama o yoluna Kürt olarak değil Nakşi Mollası olarak devam etmiştir. Nakşilik ise 1826’dan beri resmi devlet tarikatıdır. Onun için Türkiye’nin her tarafında faaliyette olan Nakşi-Halidi tarikatları etnik kökenlerinden bağımsız bu kadar rahat at koşturur. Tarikatın “milli”si olmaz, milliyet burada dindir. Şeyhin-mollanın etnik kimliğine ise ancak şeyhten ulusal önder icat etmeye çalışan zavallılar bakar. Haliyle Sait’in öncülüğündeki çözüm de “hepimiz İslam ümmetiyiz” çözümü olabilir ancak. 

Tabii bu durumda Mustafa Kemal’i silmek ve bütün kötülüklerin 1924’te başladığını kabul etmek gerekir. Mecburi gericiliktir. 

***

Hayatımız, yazdıklarımız halka bıraktığımız miraslarımızdır. Bu durumda mirasımız arkadan gelenlerin didiklemesine, eleştirmesine, tabii reddiyesini de açıktır. Not etmiş oluyoruz; Öncüsü Sait olanın yönü İslamcılıktır, Osmanlıcılıktır, antikomünizmdir, cumhuriyete, laikliğe düşmanlıktır. Hem Saitperver hem ilerici olamazsınız. Hem tarikat empatisi yapıp hem sosyalist kalamazsınız. İşte portresi, “Beddiüssüpermen” antikomünist bir hayalettir. Öncüsü Sait olanın burnu gericilikten kurtulmaz, dediğimiz bu.