Ölçü

Felsefe tarihi bir açıdan ölçü arayışından ibarettir. Tarih de öyle, ölçü arayışıdır. Cumhuriyet, idareye bir ölçü getirme ihtiyacından doğmuştur. Fransız Devrimi, Ekim Devrimi ölçüsüzlüğe bir tepkiden ibarettir. Getirisi açık; kural olacak ve kuralın kural olması için ona önce kuralı koyanlar uyacak. 

Toplumsal bir canlıdır çünkü insan. Birlikte yaşar, birlikte çalışır, birlikte üretir, bölüşür. Dolayısıyla bir ölçüye ve oradan hareketle bir kurala ihtiyaç duyar. Ölçü bizi insan yapar, kural ise toplumsal yaşamı yeniden üretmemizi garanti altına alır. Ölçü kaçırıldı ve kural bozuldu mu yıkım kaçınılmazdır.

Yıkımın anlamı ne? Mutlak ilkellik... Mesela, savaşlar yıkarak ilerler, toplumu ilkel çağlara geri götürür. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralsızlığı üzerine kurulduğunu iddia eden piyasa mekanizması bile o nedenle toplumu başıboş bırakmaz, ihtiyaç hâsıl olduğunda devleti devreye sokar, hukuku yardıma çağırır. Şöyle bir ölçüyle ilerleyelim. Uygarlıkta ilerlemiş toplumlar sırtlarını kalıcı yasalara, kalıcı müesseselere, zamana meydan okuyan anıtlara dayar. Bilir ki yasa ve müessese toplumun ayakta kalması için elzemdir. İlkel toplumlarsa sadece kişilerden oluşur. Nihayetinde onları kuran kişilerin sürekliliğine inanç yıkılınca etkileri azalır, toplum dağılır.

Demek ki uygar bir toplumda idare kişilere bırakılamaz. Bu, toplumun kaderini kişilerin eline bırakmak anlamına geleceğinden yıkımla eş anlamlıdır. 

19. yüzyıldan bu yana, 200 yıldır, idareyi tek adamdan alıp, kalıcı müesseselere, kalıcı yasalara dayamaya çalışıyoruz. Abdülhamit’i bunun için devirdik, hürriyeti bunun için ilan ettik, cumhuriyeti bunun için kurduk. Yüksek mahkemeleri, siyasal partileri, kuvvetler ayrılığını, meclisi, anayasaları, ceza yasalarını, üniversiteleri, hatta baroyu, tabipler birliğini bunun için oluşturduk. Yasa yaptık, kural koyduk. Öğretmen, avukat, hekim, işçi, imam olmayı kurala bağladık, yasa ile yapılan bir işe dönüştürdük. Bu uygar bir topluma az çok yaklaştığımız anlamına geliyordu. Sonra imamlar örgütlenip geldiler, iktidarı ele geçirdiler, önce yasaları, sonra müesseseleri yerle bir ettiler. Artık ölçüsüz bir toplumuz. Kaderimiz tek adamın iki dudağının arasında. Mutlak ilkelliktir.

***

Peki neden? Ne oldu da vazgeçtik uygar bir toplum olma hedefinden? 

İki sebebi var. Birincisi cumhuriyeti, yani kurallı toplumu kuranların piyasaya teslim olmalarıdır. Bir tür savaştır piyasa toplumu. Mutlak sömürüye dayanır, toplumu toplum olmaktan çıkarır, böler, parçalar. Parçalandık.

İkincisi müesseselerimizin piyasanın işleyişinde ayak bağı olmalarıdır. Daha hızlı işleyen bir devlet istediler. Anayasa mahkemesi, senato, demokrasi, sendika, dernek, örgütlü üniversite, düzenin kontrolü dışına kaçan siyasal parti, devletin işleyişini yavaşlatacak ne varsa ayak bağıydı. Kaldırıp attılar. Hızlı devlet hedefi, topluma savaş ilanıdır, yıkım ağır olmuştur. Uzun iç savaşta bütün kurumlar yıkıldı. Sonuç ortada. Sarayın başdanışmanı “artık tek kişilik hükümet sistemi var” dedi. Faşizmin tarifine müthiş bir katkı yaptı. Demek ki toplum yıkıldı ve ölçüsüz kaldık. Artık koca ülke tek kişiden ibarettir, devlet sonsuz hızlanmıştır ve bu ikisi mutlak ilkelliğin habercisidir. 

***

Nedir bu ilkelliğin göstergesi? Nepotizmden başlayabiliriz mesela. Akraba veya adam kayırma, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık anlamına geliyor. Kiliseye borçluyuz terimi. Katolik papalar kardinallik gibi önemli mevkilere yeğenlerini getirmelerinden türemiş. “Nepos”, Latincede “yeğen” anlamına geliyor. Liyakatin reddidir. Piyasa toplumu “girişimci”den yola çıkıp sonunda “nepos”a gelip kilitlenmiştir. Nepos, piyasa toplumunun sonudur.

Nepos’u bir “üçüncü dünya” geleneği sanan yanılır. Sarkozy’nin oğlu, “asrın liderimiz”in ve Trump’ın damadının gösterdiği gibi genel bir haldir bu. Piyasa, uygarlığı bir vuruşta tepeledi ve kendimizi yeniden barbarlığın eşiğinde bulduk. Yeniden, “ya sosyalizm ya barbarlık” noktasındayız. 

Bakın, turizm şirketi sahibini turizm bakanlığına, hastane zinciri sahibini sağlık bakanlığına atadılar. Adalet, Gençlik ve Spor, Kültür ve Turizm, Sağlık, Ulaştırma ve Altyapı, Çevre ve Şehircilik ve Enerji Bakanlığında bakan yardımcıları atandı geçen hafta. Atanan bakan yardımcılarının tamamı AKP'li isimlerin akrabalarıydı. Nereden bakarsanız bakın, bir kabine değil kabile söz konusudur. Mutlak ilkelliğin göstergesidir. 

***

Önceki gün şahane bir söyleşi yayınlandı soL portalda. Emekli bürokrat, iktisatçı Mahmut Kartal “yeni rejim”i anlatıyordu kendi üslubunca. “Devletin her tarafı kanıyor” başlığını uygun görmüştü editör arkadaşlar ki siz “devlet yıkılmıştır” diye anlayabilirsiniz, bir sakıncası yoktur. Yıkım ilkelleştiğimizin habercisidir. Devlet yıkıldığından değil, yerine bir kabile geldiğinden böyle bu. Özetleyeyim: 

Dikkati çeken bir nokta, İslamcı tabanın ahlaki hiçbir kaygı ve prensip üzerinden hareket etmemesidir… AKP ve MHP’nin oyu kesinlikle şişirmedir. AKP Orta Anadolu ve Karadeniz’de bile ciddi oy kaybına uğramıştır. MHP’nin Doğu’da ve Güneydoğu’da oylarını artırmış olması imkânsızdır. Ama cebren ve hile ile “seçim” böyle sonuçlanmıştır. Türkiye burjuvazisi neredeyse bütün siyasi akımların Meclis’e yerleşmesini uygun bulmuş ama iktidarın tamamen cumhurbaşkanlığında olmasını tercih etmiştir. Böylece herkese “Meclis’te istediğiniz kadar gürültü çıkarın, iktidar Türk-İslam sentezinin elinde kalacak” demiştir. 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) angajman Türkiye rejimini değiştirmiştir. BOP konusundaki başarısızlığı da Türkiye’yi açıkta bırakmıştır. BOP genişlemeci bir politikaydı, bu yolda Cumhuriyeti yıktılar ama Suriye’yi, Mısır’ı İslamlaştırma konusunda başarısız oldular. Şu halde eski Türkiye yıkılmıştır ancak eskiyi yıkma gerekçesi ortada kalmıştır. İktidar, uluslararası sermayeden mevcut devlet yapılanmasını yerleştirmek ve pekiştirmek için zaman istemiştir, seçimle bunu elde etmiştir. Uluslararası sermaye "Bizim Türkiye’deki şirketlerden alabileceğimizi yine Tayyip Erdoğan alır" diye düşünmüştür. Erdoğan’ın halk üzerindeki kontrolüne güvenmektedir. 

Yeni devlet yapılanması 150 senelik parlamenter geleneği bitirmiştir. Bunu birkaç meczubun işi sayamayız. Son derece stratejik bir dönüşüm yaşanıyor. Türkiye rejiminin daha da büyük krizlere gireceği tahmin ediliyor. Bu yapılanma krize karşı bir cevaptır. Hızlı, esnek ve merkezi bir yapı kurmuşlardır. Sadece bütün yürütmeyi değil aynı zamanda yargıyı ve yasamayı da cumhurbaşkanına bağlamışlardır. Bu yapılanmada kadrolar esnektir, kurumlar esnektir, kurallar esnektir. Kurallar, kurumlar ve kadrolar aynı zamanda merkezileştirilmiştir… Dağılmış bir devleti aşırı merkezileştirmeyle toplamaya çalışıyorlar. Yeni devlet yapılanması siyasi rejimi değiştirecektir, çünkü siyasi rejimin temeli devlettir. Buna bir tür post-modern faşizm diyebiliriz. Parlamento var, iyi-kötü basın var... Türk-İslam sentezi ise esasen bir faşist ideolojidir. Yalnızca anti-komünist değil, anti-demokratik ve anti-liberaldir. 

Bakanlar kuruluna yapılan atamalar, bir CEO hükümeti, bir patron hükümeti kurulduğunu gösteriyor. Devletin sermaye karşısındaki göreli özerkliği tamamen ortadan kalkıyor. Sermayenin aracısı ya da temsilcisi yoktur artık, sermaye ile devlet entegre olmuştur… 

Nedir bütün bunlar? Ölçüyü yitirdik ve artık mutlak bir ilkelliğin içerisindeyiz.

***

Cumhuriyet piyasayı kutsadı. Sonra imamlar örgütlenip geldiler, iktidarı ele geçirdiler, önce yasaları, sonra müesseseleri yerle bir ettiler. Bin yüz odalı sarayı, tek kişilik hükümeti, yeni rejimi, tarikatı, eğitimi, ahlakı, diyaneti, imamı, her şeyi ama her şeyi ölçüsüzlükten ibarettir. Artık ölçüsüz bir toplumuz. Kaderimiz tek adamın iki dudağının arasında. Mutlak ilkelliktir.

İnsanlığın sığınabileceği tek ölçü kalmıştır öyleyse. Sosyalizme mecburuz.

Sisifos hikâyesinin sonuna geliyoruz demek ki. Zirveye o kadar yakınız ki artık kayayı yuvarlamalarına izin veremeyiz. Dayanın!