Orhan Gökdemir

Umutsuzuz ve neşesiziz. Ama öfke ve şiddet doluyuz. Dağıttığımız, şimdi yine dağıtmak zorunda olduğumuz kadim bir sistir bu.

Neşe ve sis

Orhan Gökdemir

Mithat Paşa’yı ölüme mahkûm edip sürgün ettiler. Taif'te kapatıldığı zindanda bir celladın kıllı ellerinde son buldu parlak hayatı. Osmanlı mülkünden geriye kalan ne varsa, orada, umut ve neşe de onunla birlikte can verdi. Sultanın mülkü yıkılıyordu, halkın onun yıkıntıları altında kalmama umuduydu Paşa. Şimdi herkes yıkıntının altında kalacağından kuşku duymuyordu. 

Umutsuzu yıkmak kolaydır. Ülkenin 70 yılda biriktirdikleri bir günde yıkılıp gitmişti. Meclis fiili olarak kapatılmış, anayasa uçmuş gitmiş, Sultan eskisinden daha güçlü bir figüre dönüşmüştü. Tuhaf, böyle olmasına rağmen, devlet idaresi kendisini meşrutiyet olarak tanımlamaya devam ediyordu. İstibdat, işte bu yoksulluğumuzdur; uzun umutsuzluk ve hüzün dönemimizdir. 

Hüzün öfkeyi örter, umutsuzlukta sınırsız bir şiddet gizlidir. Dönemin şairlerinin ve şiirlerinin özüdür bunlar. Dönemin şairi suikast düşü görür. Suikast düşü gören şairin şiirinde öfke ve şiddet vardır. Hüznün ve umutsuzluğun işaretidir bunlar. 

“Bir Lâhza-i Ta'ahhur”, bir anlık duraklama, Fikret’in ünlü şiiri. Şair, burada bir suikast düşü kurmakta, düşü gerçeğe dönüştürenlerin fırsatı kaçırmasına hayıflanmaktadır. 

Yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı, 
Zulüm tarihine bir övünme önsözünü. 
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü; 
Ancak; unutmasın şunu ki alçaklığın tarihi: 
Bir milleti çiğnemekle bugün eğlenen alçak 
Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini…

1905 Temmuzuydu. Ermeni Komitacıların Abdülhamit'i öldürememesine pek içerlemişti. Çünkü şair, bunun düşünü kuruyordu uzun zamandır. Ülke sisler içindeydi, umut yoktu, neşe yitip gitmişti. Ya bırakacak, ye öfkeyle haykıracaktı.

Hiç duraklamadı. 

Şimdi dindar diye baş tacı ediliyor ama o zaman dindarlar da bu umutsuzluğa ve neşesizliğe başkaldırmıştı. 

Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek, 
33 yıl bizi korkuttu ‘Şeriat!' diyerek…

Bu da Mehmet Akif’in suikast düşüdür. Düşsüz şair olur mu?

***

Dört sene sonra umutsuzluğu hallettiler, neşesizliğin hükmüne son verdiler. Hamit devrilmiş, hal fetvasını Elmalılı Hamdi Yazır bizzat kaleme almıştı. “O köhne Bizans'ın kale burcunda ikamet eden baykuş, insan kanı emmekten, öksüz yetimlere gözyaşı döktürmekten zevk alan haris, 600 senelik muhteşem, muzaffer bir milletin tarihini, ecdadının namusunu lekeleyen o insan kıyafetindeki canavar...” Mahmut Şevket Paşa, umutsuzluğun ve neşesizliğin gidişini böyle selamlıyordu. Umutsuzluk düşünce ülkeye neşe geri gelmişti. Halk umutluydu, geleceğin daha parlak olacağına inanıyordu. Ülke hep birlikte “Boğaz’daki baykuş”un gidişini kutluyordu. İkinci meşrutiyetimizdir. 

***

Ülkeyi söndürdüler… Kemal Okuyan bir arkadaşının sözü olarak aktardı bunu. Okuyunca “Boğaz’ın baykuşu” geldi aklıma. Sönmüş, söndürülmüş ülkenin kutsal kuşudur baykuş. Tarihe referans vermeye gerek yok, ülke sönünce neşesi de ölür, artık biliyoruz. Ülkeyi söndürdüler ve neşesini öldürdüler.

Gerçi artık Fikret’in şehrine pek benzemiyor ama olsun; kasvetli bir hastane odasının kirli penceresinden baktım yeni yılı karşılayan şehre. Yine bir sis basmıştı şehri, kirinden pasından utanmasın diye üzerini örtmüştü. Öyle bir kasvet ki bu, ülkenin yarısından çoğunu kutladığı yılbaşına selam duran bir tek TV kanalı bile yoktu. İmamın abdest suyu kıvamındaydı her şey. İmamın abdest suyu, Abdülhamit kıvamıdır!

Umut yoksa neşe nasıl hayatta kalsın? Gelecek umudunu körelttiler. İş yok, aş yok, umut yok, gelecek yok, neşe yok. Ülkeyi söndürdüler, imamın abdest suyunu döndürdüler. 

Bunlar ülkenin bütünlüğünü kaybettiğinin işaretleri. Dökülüyor parça parça. Her boşluğu dinle sıvamaya çalışıyor muktedirler. Vahşi piyasanın ve derin bir dinselliğin zehirli bir birleşim bu. Ülkenin zayıflayan temellerini böyle güçlendirilmesi mümkün değil oysa. 

***

Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerisinde temiz bir zerre asla bulamazsın.
Hep riyanın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

“Sis”tir bu. Kasvetli bir hastane odasında sisli bir şehirle karşıladım yeni yılı. Uzaktan bakınca içerisinde temiz tek bir zerre kalmamış gibi görünüyordu. Ama biliyoruz, bu sisin içinde parlak ve temiz milyonlarca insan var. 

Sorun şu; bize bir neşe gerek. Bize bir umut gerek, bize bir gelecek gerek. Bize yeni bir meşrutiyet, bize yeni bir cumhuriyet gerek. Bize tertemiz yeni bir yıl gerek….

Umutsuzuz ve neşesiziz. Ama öfke ve şiddet doluyuz. Dağıttığımız, şimdi yine dağıtmak zorunda olduğumuz kadim bir sistir bu. Sözümüz var, bu şehri yeniden aydınlık, güneşli, neşeli bir güne çıkaracağız. Yeni yıl sözümüzdür bu.