Millet-i sadaka

Tez Karl Polanyi’nin; Piyasa toplumuna oranla Feodal toplum aslında organik bir toplumdur. Bu yanıyla pek çok açıdan feodalizm, piyasa toplumundan daha insanidir! Kimse ekonomik sistem karşısında yalnız değildir anlamında söylüyor bunu Polanyi. Evet, feodal toplumda köylü toprağa bağlıdır ve kendisi bir tür mülktür ama örneğin hasta olup toprakta çalışmadığı zaman bu onun çalışmadığı sürece aç kalacağı anlamına gelmez. Sofrasına mutlaka bir tas çorba konur, hasta ise ihtiyaçları giderilir, çocuğu evleniyorsa el birliğiyle kotarılır.  Buna karşın piyasa toplumu varlığını kendisinden önceki bütün organik yapıların dağıtılmasına borçludur. Böylece toprağa bağlı köylü topraktan “özgür”leşir. Özgürleşirken bütün yükümlülüklerinden azat olur. Şehre vardığında, özgür bir emek gücü satıcısından başka bir şey değildir.

Piyasa toplumu, ancak toprağa bağlı köylünün zor aracılığıyla özgürleştirilmesi ile mümkün olmuştur.

Zor ne? Çevirme hareketi. Yani gelişen dokuma sanayine yün yetiştirmek üzere tarım arazilerinin meraya çevrilmesi. Böylece İngiltere kırsal uygarlığının üzerine oturduğu toplumun geleneksel dokusu parçalandı. Topraktan atılan köylüler şehirlere doğru hareketlendi. Sanayi devriminin büyük göçüydü bu.

Ancak sistem şehirlere göçen herkesi istihdam edecek yetenekten çok uzaktı. Göçmenlerin çoğu iş bulamadı. Sistem önce işsizleri zorla şehirlerden uzaklaştırmaya çalıştı, olmayınca “Speenhamland” adı verilen bir yasa çıkardı. Bir tür “Düşkünler Yasası”ydı bu; şehre göçüp bir iş bulamayanlara kilise bir öğün yemek ve yatacak bir yer sağlayacaktı.

Polanyi, bu yasa nedeniyle İngiltere’de 50 yıl boyunca bir “emek piyasası”nın engellendiğine dikkat çeker. Nedeni çok basit; bir iş bulup çok kötü şartlarda 16 saat çalışan bir işçi eline geçen ücretle, Speenhamland Yasası’ndan yararlanan düşkünlerden daha kötü beslenebilmekte ve daha kötü şartlarda yaşamaktaydı. Çoğu işçi bu nedenle, işini bırakıp Düşkünler Yasası’ndan yararlanmaya karar verdi. Dolayısıyla bu yasa köylünün “özgürleşmesi”ni engelliyor, onu birer düşkün-dilenci haline getiriyordu. Dilenerek yaşamanın çalışarak yaşamaktan daha iyi olduğu şartların ürünüdür düşkün.

İngiltere’de eski köylülerin yeni işçiler haline getirilebilmesi için Düşkünler Yasası’nın kaldırılması gerekti. İşçinin piyasa toplumunun şartlarında çalışmaya ikna edilebilmesi mutlak bir açlık tehdidi ile karşı karşıya bırakılmasına bağlıydı. Kilise bir öğün yemek vermeyi kestiğinde, İngiliz işçi sınıfı da örgütlenmeye yöneldi. Sendikal hareketin kökeninde açlık korkusu vardır.

Bizde de, köylülerin şehirlere göçünün temelinde aynı yoksunluk vardı. Ama geç ve bu nedenle kısmen gönüllü bir göçtü bu. Büyük şehirlere göçen herkesin “işçi” olmasına gerek yoktu artık. Çoğu “marjinal sektör”e yöneldi; bir el arabasıyla ticaret yaptı, bunların küçük bir bölümü tüccara dönüştü, büyük bir bölümü yeniden fabrikaların yolunu tuttu. 

AKP iktidarı ile birlikte bu süreçte sihirli bir geri dönüş oldu: Kömür-makarna yardımı ile başlayan süreç kısa zamanda nakdi sosyal yardımlara dönüştü. Adeta “Düşkünler Yasası”nı var eden koşullar kontrollü bir biçimde yeniden yaratıldı. Toprağı olana üretmese de verilen krediler, ailelerdeki yaşlı ve bakıma muhtaçların bakımını aile içinde yaptırmaya yönelik ödemeler vs ile devlet yardımı ile geçimini sağlayan büyük kalabalıklar oluşturuldu. Büyük şehirlerdeki devlet eliyle düşkünleştirme öyle boyutlara vardı ki, Anadolu’daki bazı şehirlerde devlet yardımı alanların sayısı nüfusun hemen hemen yarısını oluşturmaktaydı. Öyle ki AKP’nin kendisi için hazırlattığı bir raporda, Samsun ilinde 1 milyon 100 olan nüfusun 500 binin devlet yardımıyla geçindiğine dikkat çekiliyor ve bunun yol açtığı “ahlaki çöküntü”den yakınılıyordu.

Ülkede “devlet yardımı” alan “düşkün”lerin sayısı 10 milyonlarla ifade ediliyor artık. Bunlar genellikle sanıldığı gibi “yoksul”lar değil. Yoksul, bir işi olan ve aldığı ücretle kıt kanaat geçinmeyi ifade eder. İşsiz, üretici bir faaliyeti olmayan ve sadece sadaka ile geçinen ise düşkündür. Yoksulluk yaygınlaşıp sistemi tehdit eder hale dönüşünce düşkünlük özendirilemeye başlandı. “Sosyal yardım”ın dönüştürülüp bir tür “devlet sadakası”na dönüştürülmesi işte budur. Toplumun İslamileştirilmesinde bu “devlet sadakası”nın rolü büyüktür.

Toplumda “devlet sadakası”nın artışıyla, sendikasızlaşma, dinselleşme ve “hayır örgütleri” desteğiyle tarikatların yaygınlaşması arasında bire bir ilişki var.

Türkiye, AKP iktidarındaki uygulamalarla bir “düşkünler toplumu” haline dönüştürüldü. Sadakayı verenin düdüğü çaldığı, “emek piyasası”nın oluşamadığı, siyasete bir tür modern patronaj ilişkisi yön verildiği tuhaf bir dilenciler toplumu bu.

Tayyip Erdoğan’ın 3. Köprü'yü yapan IC İçtaş firmasının patronuna, "Ramazan'dan önce işçilere bir maaş ikramiye ver, bunu sadakana say" demesinin arkasında işte bu sürecin bilinci var. Sadece işçilere verilen ikramiye değil, işçiye verilen iş de bu yüzden bir tür sadaka aslında. Patronların “şu kadar kişiye istihdam yaratıyorum” diye övünebildiği bir düzen bu; işçiye “hayır için” iş veriyor tabii. 

Dinselleşme ve sadaka kültürü, piyasa toplumunun en son ve en öldürücü silahı. 

Cumhurbaşkanı sadaka veren olunca, patronun istihdam sağlamakla övünmesi az bile. Sendika fazlalık artık, grev yapan işçi ise bildiğin nankör! 

Amin demek veya dememek…. İşte bütün mesele bu!