Orhan Gökdemir

Yeniden soruyoruz öyleyse, umut hiç yok mu? Olmaz olur mu? Umut insanda, umut sende. Kaçacak yer kalmadı artık. Kuşan umudunu, neşeni bile.

Mezar taşlarına karşı

Orhan Gökdemir

Türkiye mutsuz. Nüfusunun yarısından fazlası ülkede yaşamaktan mutsuz olduğunu ifade ediyor açıkça. Mutsuzların en mutsuzları da üniversite mezunları. TÜİK verilerine göre Türkiye’de 20 yıl önce en mutlu eğitim grubu üniversite mezunları iken artık en düşük mutluluk oranı onlarda. Eğitim ve bilgi yurttaşlarının omuzlarındaki bir yükten ibaret çünkü. 

Bu yaygın mutsuzluğa verdiği ilk tepki kaçma refleksi. 18-25 yaş grubundaki her dört gençten üçü yurtdışında yaşamak istiyor. Halka da sormuşlar aynı soruyu; yüzde 39’u gençlerle aynı kanıda. Eğitimli eğitimsiz, herkes köşeye sıkıştırılmış duygusuyla yaşıyor. OECD verilerine göre, bu mutsuzluğun nedenlerinden biri çok çalışıp az kazanmaları. O da iş bulabilmişse tabii. İşçiler mutsuz, emekliler mutsuz, kadınlar mutsuz, çocuklar mutsuz…

Mutluluk sıralaması yapmışlar, Dünyadaki 143 ülke arasında 98. sıradaymışız. Savaşta değiliz, işgal edilmedik ama kestik ülkeden umudumuzu. Bir avuç sermayedar ve birkaç avuç islamcı yobazın başarısı bu.

Soldan gelip sağa çark eden Cemil Meriç orada sadece mezar taşlarını bulmuştu. Dediğine göre sağ mezar taşlarına benziyordu. Meriç’in bu serüveninden beri ülkeyi islamcı-milliyetçi sağ yönetiyor. Haliyle ülke cami avlusuna dikilmiş bir mezar taşı kıvamında. Müziği, içkiyi, eğlenceyi yasakladılar; neşeyi, umudu söndürdüler. Avluda duyduğunuz sadece neşenin ve umudun öldüğünü muştulayan uzun, bitimsiz bir sela. 

Mutsuz, umutsuz, karamsar bir topluluğuz artık. Başına gelenleri kabullenme hali yaygın bir davranış biçimi. “Kader” diye kederlenerek fırtınanın geçmesini bekliyor büyük kalabalıklar. Oysa kader mader değil hiçbiri. Arsız bir sınıf, cihatçılar eşliğinde, ülkenin üzerine çöktü, ondan bu alacakaranlık. 

***

İşler atom reaktörleri işler
Yapma aylar geçer güneş doğarken
Ve güneş doğarken hiç umut yok mu
Umut 
   umut 
       umut
Umut insanda” 

Büyük şairimiz Nazım Hikmet, ikinci büyük savaş yıllarında atom bombasından ölümleri, açlığı, faşizmi, işkenceyi anlattığı şiirine “umut” adını koymuştu. Oysa o zaman da umut pek azdı. Şiirinin sonunda “hiç umut yok mu?” diye soruyor ve “umut insanda” diye bitiriyordu. Umut insanda, ama umut umutlu insanda. Umutsuz olmak ve insan kalmak mümkün değildir çünkü. Umut yoksa insan da yoktur.

Umutsuzluğu örgütleyemezsiniz, karamsarlığı harekete geçiremezsiniz haliyle. İnsanı ayağa kaldıran, ayakta tutan umudu ve neşesidir. 

***

Gizli saklı değil, bir ütopyamız var. İnsan aklı doğruyu, iyiyi ve güzeli, gördüğü veya anladığı zaman, uygulama yeteneğine sahiptir, tarihinden biliyoruz. Ütopyamızın kökeninde, insanın bunlara kaçınılmaz bir eğilimi olduğu değerlendirmesi veya varsayımı var. Haliyle ütopya insana güvensiz olmaz. 

Bir ütopyamız ama Marksist bir ütopyamız var. Tabii Marksizm’den önce ütopyacı sosyalizm var. Yolu ilk onlar tarif ediyor ancak o yolda yürümek için akıl ve bilim gerekiyor. Ütopyacılar bir cenneti işaret ediyor çünkü. Marx o cenneti, akıl ve bilimle, yeryüzüne indiriyor. Yalçın Küçük, döneminin düşünürlerinin tersine Marx’ın kalıcılığının “dünyevi bir din yaratabilmesinden” kaynaklandığını iddia ediyor ki, içinde bir cennet varsa dine benzemesi doğaldır. Tabii akıl ve bilimle desteklenmiş olsa bile ütopya ütopyadır. Yani gerçekleştirilene kadar bir hayalden ibarettir. Ama her durumda umut verir sahibine. Umut da iyimserliği ve güveni getirir. “Marx da sonsuz iyimser ve sonsuz güvenlidir. Dünyanın en acımasız yoksunluklarından ve sadece yoksunlukların artışından bir cennetin geleceğine işaret edebilmek için çok iyimser ve çok güvenli olmak gerekir.” “Türkiye Üzerine Tezler”in sonuncu cildinden aktardım. 

Bir ütopyamız var, sonsuz iyimser ve sonsuz güvenli olmamız bundan.

***

Ütopyasını kaybedenlerin hazin sonunu biliyoruz. Paul Lafargue örnektir. Üniversitede öğrenciliğinde, gençlik hareketlerine katıldı. Proudhon'cu bir anarşist oldu sonra. Çok parlak bir gençti. 1865'te yolu Karl Marx'la kesişti. Marx, bu parlak genç adamın kızı Laura'yla evlenerek aileye katılmasına izin verdi. Fransız Sosyalist Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. Pek çok kitap yazdı, ancak solda meşhurlarımızdan değildir. Hazin bir sonu var hikâyesinin. 1911 yılında karısıyla birlikte intihar etti. Yaşlılığın, beden ve zihin güçlerini azar azar kemirdiğini görmek istemiyordu. İntihar ederek yetmiş yaşını aşmamak üzere kendine verdiği sözü tutmuş oldu. 

Stefan Zweig başka bir örnek. Hitler’in Almanya’da iktidarı ele geçirmesi üzerine umutsuzluğa kapılmıştı o da. Hümanistti, halkın böyle bir çılgınlığa ortak olmasını kabul edemiyordu. O da çok parlak bir insan, çok parlak bir yazardı. Faşizm kapıyı çalınca Güney Amerika’ya kaçtı. Yazmaya devam etti, gelişmeleri izledi. Sonra “artık uğruna yaşayacak bir şey kalmadı” diyerek karısıyla birlikte intihar etti. 

Bu hikâyenin altına, “intihar, çaresiz bırakılmış insan için mümkün olan tek protesto biçimidir” diye not düşmüştüm vakti zamanında. Şimdi o kadar emin değilim bu sonuçtan. Başka bir yol bulma çabası, mücadele, daha yaygın bir insani davranış biçimi. Zweig, akla sırtını dönmüş faşist güruha direnemediği için, son bir hamleyle yaşamını suratlarına fırlatmıştı. O güruhtan utanıyordu. Nefretten daha ağır, daha öte bir durumdu bu. İnsanın insanlığından çıkması en utanç verici insanlık halidir çünkü.

Ama artık biliyoruz, insanlıktan çıkma hali sıradanlaşmıştır. İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz demek ki. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz yeni bir insanlık peşindeyiz. Zweig “Yıldızın Parladığı Anlar” demişti bu arayışın adına. Fatih Mehmed'den Handel'e, Dostoyevski'den Lenin'e insanlık ışığının yıldızlar kadar parlak olduğu anlara dönmüştü yüzünü. İnsan toplu bir intihara sürüklenirken tarihi kazıyor, kaybolmuş, yitirilmiş insanı arıyordu. 

***

Lafargue’ın intiharından üç yıl sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Zweig intihar ettiğinde İkinci Dünya Savaşı patlak vereli iki yıl oluyordu. Birinci savaşın içinden Ekim Devrimi çıktı. İkinci savaş, sosyalizmin büyük kazanımlarıyla sonuçlandı. Gelişmeler ne Lafargue’ın ne Zweig’ın umduğu gibi oldu. İki büyük toplu intihar girişiminden başı dik bir insanlık çıktı. Demek, umut iyidir ve kesinlikle intihardan daha insanidir. Ve illa ölecekse insan, umudunun ölmesinden önce olmalıdır bu…

***

Şimdi bir başka büyük savaşın eşiğindeyiz. Zenginleri doyuramıyoruz çünkü. İnsan umudunu kaybettikçe cesaretleri ve cüretleri artıyor kalabalıkları yıkıma sürüklemek için. Oysa o gün gelmeden önce yıkabiliriz saraylarını saltanatlarını. Bu kanı susturabiliriz. Biliyoruz, ekmek herkese yeter. Herkesi doyurabiliriz ürettiklerimizle. Herkese başını sokacak bir ev verebiliriz. Her eve bir müzik aleti, bir tual, bir fırça, bir kitap koyabiliriz. Çok basit bir yolla yapabiliriz bunu; el koyacağız bütün üretim araçlarına. Fabrikaları, tarlaları, her şeyi emekçinin emrine sunacağız. Saklı değil, bir ütopyamız var. Eşitlik hüküm sürebilir yeniden yeryüzünde. 

Tekrar edelim öyleyse: İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz mutlu, neşeli yeni bir insanlık peşindeyiz. 

***

Türkiye mutsuz, çünkü kaybetti savaşını. İlk defa kaybetmiyor ama. Ezilenlerin zaferleri ve dramlarıyla dolu tarih. Düşer kalkar mazlumlar, yenilir ama yıkmayı başarır iktidarlarını. Hayal kurarak, umutla ilerler, neşeyle dövüşür, birbirine güvenmeyi öğrenir. İnsan olmasını ve insan kalmasını işte bu mücadeleye borçludur.

Türkiye mutsuz çünkü düzeni değiştirebileceğinden umudunu kaybetti. Umudunu kaybeden neşesini bulamaz. 

Oysa değiştirebiliriz bu karanlığı da. Yıkabiliriz saraylarını saltanatlarını. Ekmeğin ve umudun herkese yettiği yeni bir ülke, yeni bir dünya kurabiliriz. Tek şartı var; umutla ayağa kalkmak ve neşeyle direnmek….

Yeniden soruyoruz öyleyse, umut hiç yok mu? Olmaz olur mu? Umut insanda, umut sende. Kaçacak yer kalmadı artık. Kuşan umudunu, neşeni bile. Bir türkü tuttur mezar taşlarına karşı sonra; Türkiye işçi sınıfına selam, selam yaratana! Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günlerine selam…