Hüda verdiyse halk alır, el koyar, kamulaştırır. Sadece gocuklu celeplerin güvendiği padişahı değil, hep hırsıza veren tanrısını da tahtından indirir.
Hüdaverdi’yse halk alır!
Orhan Gökdemir
Hüda, “Tanrı”nın Farsçasıdır. ‘Hüdaverdi’ ismi oradan geliyor. Geç çocuk sahibi olan aileler için duruma uygun bir addır. “Allahverdi” Arap-Türkçesidir. Cumhuriyette özüne döndü, “Tanrıverdi” oldu; şimdi unutturulmuştur.
“Gönül Çalab'ın tahtı / Çalap gönüle baktı / İki cihan bedbahtı / Kim gönül kırdı ise…” diyor Yunus Emre. “Çalap” Tanrı’nın eski Türkçesi. Kökeninin “celeb” veya çalab, “yüce kişi, tanrı” sözcüğü olduğu sanılıyor. O da Süryanice “ṣəlab” veya “ṣəlīb”in türevi. “Çelebi”den biliyoruz, herhalde yüce kişi, tanrının adamı anlamındadır.
Demek ki Hüda’nın, Allah’ın, Çalap’ın veya Hak’ın, Hakverdi, bazen çocuğu olmayanlara çocuk verdiğini biliyoruz. Doğada rastlantılar hep var. Ama birine servet vermesi, onu durduk yerde zengin etmesi yenidir. Kapitalizmle büyük yoksullukların yanı başında büyük zenginlikler ortaya çıkınca buna bir açıklama gerekti. “Allah verdi” dediler. Tanrıları, bir avuç işe yaramaza para yağdırmak için plan yapıyor, diğer kullarından alıp bunlara veriyordu. Dedikleri budur.
Halkımız eşitlik istiyordu, insanlar Tanrılarından adalet bekliyordu. Hüda, neden bilinmez, yoksullardan alıp hırsızlara verdi. Bu hayırsızlar öyle ortaya çıktı. Marx’ı bilmesek, hepsi birer Hüdaverdi’dir.
***
“Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılı verirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.”
Yunus’un “Çalab”ı ile içinden geçtiğimiz dönemin “celep”i arasında ilişki var mı bilinmez. Bu sonuncusu da Arapçadır, ithalatçı-tedarikçi anlamına geliyor. Türkçeye eti için alınıp satılan küçük-büyükbaş hayvanların ticaretini yapan kimse olarak geçmiş. Şaşırtıcı, Osmanlıda bir de “iç oğlanı” anlamında kullanılıyor. “Etveren”den türemiş olması mümkündür; Osmanlı bu, öküz etine düşkündür, eyleminde ve söyleminde ince eleyip sık dokuduğuna tanık olunmamıştır.
Nâzım, “gocuklu celep” derken hayvan tüccarlarını mı yoksa iç oğlanlarını mı kastettiğini de bilmiyoruz. Sonuçta ne fark eder? Sopa ya berikinin ya ötekinin elindedir. Ayrıca aralarındaki mesafe de kısadır. Düzen o zamandan beri hep böyle, bütün köşeleri elinde sopasıyla bir gocuklu celep tutar.
***
O gocuklu celeplerden biri, bir AKP’li patron, hakkını isteyen işçilerine "edep lazım, edep" diye çıkışınca işçilerden biri, "Bu kadar para kazandın, zengin oldun. İşçinin de hakkını ver demek edepsizlik mi?" diye sordu. AKP’li patronunun buna cevabı “Allah verdi” oldu. Yeni nesil gocuklu Hüdaverdi’dir.
Sonra o gocuklu Hüdaverdi’nin bir işçi kadar bile vergi vermediği ortaya çıktı. Allah vermemiş, halktan almış veya halktan çalmıştı. Halktan çaldığı anlaşılmasın diye Antep’te sıkıyönetim ilan ettiler önce, sonra işçilerin önündeki sendikacıyı gözaltına aldılar apar topar. İktidarın Antep temsilcisi açıklama yaptı olup biten hakkında, “önceliğimiz çarkların dönmesi” dedi.
“Yürü bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devirilir…”
Biraz Hüda’yla ve biraz sopayla dönüyor çark. Bütün mesele edepsiz işçileri susturmada.
Yine iktidara yakın gocuklu celeplerden biri edepsizlerin sesi duyulmasın diye sıkıyönetim ilan edilen Antep’in Karkamış ilçesine cami yaptırdı. Törenle açtırdı birkaç gün önce. İlin bütün AKP’li yöneticileri törende hazırdı. Sıkıyönetim ilan etmesini “önceliğimiz çarkların dönmesi” diye gerekçelendiren ilin valisi açılışta hazır nazırdı. Aldı mikrofonu eline, “camilerimiz, birlik ve beraberliğimizin en güçlü sembollerinden biridir” dedi. İlin şehremini de huzurdaydı, “camilerimiz, huzurun, kardeşliğin ve dayanışmanın mekânlarıdır” dedi o da. Halbuki yönettikleri şehirde ne birlik ne huzur ne kardeşlik ne dayanışma vardı. Valinin emrindeki polisler işçileri coplamakla meşguldü. Şehremini patronları beslemekten halka dönüp bakmayı unutmuştu. Açılışta renk olsun diye ön tarafa ittirdikleri çocuklardan ikisi kış ayazında terlikle dikiliyorlardı resmi zevatın önünde.
***
Hüda gerçekten de halkın varını yoğuna çöküp bu celeplere mi veriyor bilmiyoruz. Eline kılıç tutuşturulup alttan yükselen edepsiz sesleri bastırmakla memur edilen Diyanet Başkanı’nın kapıkulları bu konuda bir fetva verse de aydınlansak diye beklemek boşuna. Yoksulluk arttıkça “Allah versin” bile diyemiyorlar halka. Sabır dileyip din iman üfürmek de bir yere kadar. Artık işin üfürükle falan idare edilecek yanı kalmadı çünkü. Onlar da mecbur “fitre ve zekât emekli ve asgari ücretliye de verilebilir” diye fetva indirdiler göklerden. Hüdaverdi zenginler, Hüda’nın arkasını döndüğü yoksullara fitre ve zekât verip acılarını dindirecek, dediklerine göre. Gülmeyin, bunda sosyalizm bulan antikapitalist şaşkınlar bile var.
Fitre ne? Oruç ayında tıka basa yiyenlerin fakirleri susturma sadakası. Zekât ne? Çok zenginleşen Hüdaverdilerin vicdan arındırma veya servet aklama sadakası.
Tabii sadaka ümmetin düşkününe verilir. Biz cumhuriyetle ümmet olmaktan çıkıp halk olduğumuzu sanıyorduk. Yıktılar cumhuriyeti, ölüsünü cami avlusuna bırakıp kaçtılar. Cumhuriyet yıkılınca halkın payına sadece fitre ve zekât kaldı. Amaç halkı yeniden ümmet yapmaktır.
***
Bu geriye itilmeye itiraz etmesi beklenen ana muhalefet partisinin Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer çıktı açıklama yaptı. 2025 yılı için belirlenen 180 liralık fitre bedelinin yetersiz olduğunu söyledi, zam yapılmasını istedi. Önce cumhuriyeti sildiler, sonra halkı. Ekrem’di, Mansur’du derken parti de silindi gitti. Geride böyle fitreye zam isteyen cumhuriyete ve laikliğe mugayir tipler kaldı.
***
“Din halkın afyondur ama aynı zamanda acı çeken halkın mümkün olan tek protestosudur” demişti Marx. İçinde bir gram protesto bırakmadılar, saf afyon kaldı geriye. Din artık halkın eronidir!
Tekrarlayalım öyleyse; merhamet zalimin, sadaka zenginin erdemidir. Haliyle merhamet zulmü, sadaka eşitsizliği ortadan kaldırmaz, tam tersine onu katlanılabilir ve sürdürülebilir kılar. Zulme ve eşitsizliğe katlanmak istemeyen için merhamet ve sadaka insana yönelik ağır, sınıfsal bir aşağılamadır.
Hüda’ya gelince; sadece bir avuç asalağa veren ve büyük kalabalıkları aç açık bırakan tanrılar meşruiyetini kaybeder. Gocuklu celebi kollayan ama çocukları aç açık bırakan tanrı yoksulun nezdinde yok hükmündedir. Uzlaşı da mümkün değildir. Dinler tarihinde biliyoruz, yoksulların tanrısı ile varsılların tanrısı hiç karşılaşmaz. Zalimlerin tanrısı ile mazlumların tanrısı da. Onlar da sınıfsal dayanakları gibi sürekli acımasız bir savaş halindedir. Haliyle bu zıpçıktı Hüdaverdileri kovalamak her emekçinin birinci görevidir.
“Yürü bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır…”
Hüdaverdilerin çarkları kırılacak, kaçınılmaz. Tarihimiz böyle. Hüda verdiyse halk alır, el koyar, kamulaştırır. Sadece gocuklu celeplerin güvendiği padişahı değil, hep hırsıza veren tanrısını da tahtından indirir. Devrim diyoruz.