Hayata övgü…

Sodom ve Gomora bir Eski Ahit hikâyesi. Zamanın iki simge kentidir Sodom ve Gomora; ciddi ahlaki ikilemlerin yükü altında ezilmektedir. 

Peygamber İbrahim ve yeğeni Lût da Sodom yakınında yerleşmişlerdir. Ancak Sodom erkekleri günahkârdır. Eski Ahit Tanrısı, eğer pişmanlık getirmezlerse hepsini yok etmekle tehdit etmiştir. İbrahim, Tanrı ile tartışır, pazarlığa girişir. Suçluların yanı sıra dürüst insanları da yok etmek doğru olmayacaktır nihayetinde. Tanrısı ise bu şehirlerde ahlaklı bulunmadığı kanısındadır. Sonunda Sodom'daki tek ahlaklının Lût olduğu anlaşılır. Şehir yanacaktır…

Pazarlık sonuçsuz kalınca ve şehrin yakılacağı anlaşılınca, Lût'u Sodom'u bekleyen felaket konusunda uyarmak üzere iki melek gönderilir. Sodomlular şehirlerine gelen haberci melekleri de taciz eder. Lût, kalabalığa onlar yerine iki bakire kızını sunar ancak ikna edemez. Melekler kapı önündeki Sodomluları kör edip, Lût'a ailesini alıp kaçmasını söyler. Kutsal kitap masalıdır…

Tanrı Sodom ve Gomora kentlerine “kükürt ve ateş yağdırırken” şehrin tek ahlaklısı olan Lût karısı ve iki kızıyla şehirden kaçar. Şehir yok edilmiştir. Ancak yolda Lût'un karısı Tanrı'nın arkasına bakmama emrine uymayınca bir “tuz direğine" dönüşür. Yani o da Sodom’un ahlaksızlarındandır. 

Peki, şehir ahlaksızları ile birlikte yok edilince geriye kalanlar ahlaklı olabiliyor mu, diyeceksiniz. Lût, kızlarıyla bir mağaraya sığınır. Kızları uzun bir tecrit döneminden sonra babalarını sarhoş edip kendinden geçtiği sırada iğfal etmeye karar verir. Bu zina birleşmesinden iki erkek evlat doğar. Sanırım insan soyunun dinsel atalarıdır. Hikâyenin gerisi böyle… 

***

Aşinayız anlatılanlara. Eski Mısır’da özellikle üst sınıfta kardeşler arası evlilik yaygın bir durumdu. Babasını öldürüp annesi ile evlenen Teb şehrinin mitolojik kralı Oidipous masalı, Sodom ve Gomora’nın Yunan versiyonudur. Bu masal da Sophokles'in anlatımıyla ölümsüzleşti. Bu kutsal-tanrısal işler bir de “kompleks” bıraktı geriye. “Oidipus kompleksi”, Sigmund Freud'a göre karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni saf dışı etme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamıydı.

Cumhuriyet yazarı Yakup Kadri’nin bir romanı da Sodom ve Gomora adını taşıyor. Yakup Kadri, işgal yıllarındaki İstanbul’u bu iki ahlaksız şehre benzetir. Zamanın İstanbulluları toplumsal değerlerden tamamen kopuktur. Seviyesiz, sapkın bir yaşam sürmekte, ülkeleri hakkında en ufak bir iyi niyet beslememekte ve bundan hiç utanmamaktadır. 

Demek ki bu hikayelerde çocukluk çağına takılıp kalmış toplumlar anlatılmaktadır. Dini saplantılar, bu saplantıları anlatan masallardan feyz alınarak oluşturulmuş eşitsizlikçi toplumlar insanlığın çocukluk halleridir. Haliyle bir değil birçok Sodom ve Gomora hikayemiz var tarihte. 

Ama şurası açık; Yozlaşma, sapkınlık, ahlaksızlık eski masallarda da yeni romanlarda da çürümenin işaretleri sayılmaktadır. Ve tuhaf bir biçimde hikayelerdeki derin çürümeye kitlesel ölümler eşlik etmektedir. Demek çürüyünce ölüyoruz…   

***

Halbuki ölüm yaşam kadar doğal bir insanlık hali. Ölüm yaşamın anlamının saklı kutusu, insanın manevi yanının sebep-i hikmeti. Kurulu bir denklemin bozuluşu, ölümsüz bir hayatın kuruluşu bazen. 

"Benim olduğum yerde ölüm yok, ölümün olduğu yerde de ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor" demiş Epikür. "İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğrenmektir" demiş Stoacılar. Neden acıtıyor ölüm bizi öyleyse? Biyolojik anlamda yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı, buna karşın psikolojik olarak iç içe geçtiği için. Heidegger'in cevabı böyle. Seçebilmemizden ama kaçınamamamızdan çaresizliğimiz. İnsan isterse ölümü seçebilir fakat istemese de ölümü yaşayacaktır. Seçebildiğimizde özgür kılabiliriz kendimizi demek ki. 

Heidegger, ölüm kaygısını "daha öte bir imkânın imkânsızlığı" olarak nitelendirip bunun "hayatta kalanlara bir yok oluş tecrübesi yaşatmasından kaynaklandığını" söylemektedir. Yani ölülerine ağlayan herkes aslında kendisine ağlamaktadır.

Artık sakin ve rahat değiliz ölüm karşısında. Ölüm itici, uzak ve yalnız. Dışımızda, bizden uzak olmasını diliyor, dileğimize inanıyor ve ancak bu yanılsamayla rahatlıyoruz. Dinin çekiciliği de ölümün olmadığını öğütlemesinden değil mi? Ama gelin görün ki kitlesel ölümlerle yüzleşiyoruz her adımımızda. Çünkü tepetaklak bir alem, insana yakışmayan bir düzen şekillendiriyor bakış açımızı. Kapitalizm şişirilmiş bir Sodom’dur, büyük bir ahlaksızlıktır. Tanrı olsanız, yıkmamak için içinde bir gerekçe arasanız bulamazsınız.

Kapitalizmin ruh hali bu, kazdığı kuyuya düşen herkes hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamalı, sürekli beslemeli hırslarını, kesintisiz tüketmeli. Halbuki yaşama olduğu gibi ölüme de hazır değil bu düzen. Ölüm yaşam kadar doğal bir insanlık hali, yaşamın anlamının saklı kutusu, insanın manevi yanının sebep-i hikmeti. Kötü yaşadıysan iyi ölmen mümkün değildir yani. 

Ölülere ağlayanlar kendisine ağlamaktadır, denildiği gibi. Gidende değil sorun, geride kalanda çünkü. Çürümüş bir düzenin kokusu sindi üzerimize, silemiyoruz, oturup ağlıyoruz halimize. Oysa ölüm eşitler hepimizi; hayat karşısında dinlerden, inançlardan, duruşlardan, sınıflardan, cinsiyetlerden azat eder. Doğduğumuz gibi, çırılçıplak başka bir gerçeğimizle yüzleşmeye çağırır bizi.

*** 

Demek çürüyünce çok ölüyoruz. Öyleyse çürümüşlüğün ortasında yeni bir hayat yeşertme görevimiz var. 

“öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları

bu umutsuzlukları bırakın kardeşler

göreceksiniz nasıl

güller güller güller dolusu

nasıl gül kokacağız birlikte

amansız, acımasız kokacağız

dayanılmaz kokacağız nefes nefese”

Çürümüş olanı yeşertmek mümkün değildir. Yani yine yanacak Sodom, yıkılacak yıkılması kaçınılmaz olan. Öyleyse Edip Cansever’in vahyettiği gibi, hayata sımsıkı sarılarak karşılayacağız kaçınılmaz olanı. Bir gül daha ekeceğiz balkondaki saksıya. Ve uğurlayacağız ölülerimizi arkalarından ağlamadan. Hep birlikte yeni bir hayatı karşılayacağız sonra…

Yalnızlığınızı süpürün öyleyse, sessizliğinizi yırtıp atın. Gözlerinizle, ellerinizle birleşin. Atın üzerinizdeki ölü toprağını. Açın bütün kapılarınızı, kimsesiz odalarınızı gül kokularına... Aslolan hayattır çünkü...