Orhan Gökdemir

Tarikat kardeşliğiyle, İslam senteziyle, Osmanlıcılık hayaliyle, ABD işbirlikçiliğiyle, bölgesel emperyal heveslerle çözülebilecek bir sorun değil Kürt sorunu.

Demokratik Devlet’in Sırrı

Orhan Gökdemir

Doğada ve toplumda mucize olmaz ama bizde oldu. Devlet, hem de ülkücü-milliyetçi ucu, durup dururken dönüştü, pek demokratik oldu. Sonra cezaevinde rehin HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı telefonla aradı. Beş dakika görüştüler. Demokratik devlet, o görüşmede, Demirtaş’a, Öcalan’ın çağrısı sonrası yazdığı yazıda “Erdoğan, Bahçeli, Öcalan… Allah uzun ömür versin” dediği için teşekkür etti. Bunu iki ay önce söylemiş olsa, Öcalan’dan dolayı, çoktan ağır cezalık olmuştu. Demokratikleşmenin delilidir.

Malum bu görüşme trafiği, HDP’nin maksat yeşillik olsun kontenjanından vekili Ufuk Uras’la başlamıştı. Sonra “kayyımzede” Ahmet Türk'le devam etti. Aramadan duramıyordu, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ı aradı; kutladı, “Rahat olun bu ülkeyi birlikte demokratikleştireceğiz” dedi. Abdullah Öcalan’ı da aramış olabilir, bilmiyoruz, mümkündür. Bu kadar dolaylı muhatabı arayıp esas muhatabı aramamak olmazdı.

Sırrı Süreyya Önder, samimiyeti telefon görüşmesinin ötesine taşıdı. Dediğine göre devletin Devlet’i siyasi yaşamda gördüğü en zarif insanlardan biriydi. Birlikte barış halayı çekmek üzere sözleşmişlerdi. Karşılıklı büyük adımlar atılıyordu. Devlet dönüşüp pek demokratik olunca, Sırrı Süreyya da pek Devlet sever olmuştu haliyle. Doğada ve toplumda mucize olmaz ama bizde oldu. “Sırrı Süreyya Başbuğ” ve “Demokratik Devlet Bahçeli” açılımın ilk mucizeleridir!

***

Ama unutuluyor, o zarif devlet, 1950’den sonraki hoyrat “derin devlet”in bir ürünüdür. Bir karşıdevrim örgütlenmesi ihtiyacından doğdular, antikomünizmlerini bileylemek için faşist ve islamcı oldular. Haliyle saf Türkçülüğe değil bir senteze dayanıyorlar. Türk İslam Sentezi ile Kürt İslam Sentezi birbirine pek benziyor haliyle. İçlerinde laiklik ve cumhuriyet yoktur. Demokrasi ise, o sentezde yeşermeyecek şeylerdendir.

Sadece bunlar değil, ikisi de benzer mitolojiden feyz alıyorlar. “Uluslar miti”dir bu, mutlak bir abartmaya ve derin bir uydurmaya dayanıyor. Avrupa uluslarının keşfedilmesinin şunun şurasında iki-üç yüz yıllık bir tarihi var. Bizdeki “Türkçülüğün” ömrü daha kısa, bir yüzyıldan az bir zaman önce keşfedildi o da. Daha önce “Türk” Osmanlıda hakaret niyetine kullanılan bir kelimeden ibaretti. Nevzuhur Osmanlıların sandığının tersine Osmanlının Türklük gibi bir iddiası hiç olmamıştır. Daha önce “Osmanlı tebaası-İslam ümmeti” vardı, Türkler ve Kürtler ayrımsız içindeydi. Bir ulusa mensup olmak ise, her şartta sonradan öğrenilen bir durumdur. Türkler Türk olduğunu sonradan öğrendi; Türkler Türk olduğunu öğrendiği için Kürtler de Kürt olduğunu öğreniyor. Haklarıdır.

Fakat öğrenmek Türklerin Türk olmasına yetmedi, Kürtlere de yetmemiştir. Öğrenilenin dinle tahkim edilmesi gereği bu yetersizlikten doğuyor. Sorun şu ki, İslam ulus kimliğinin silicisidir; Türk’ü sildi, Kürt’ü de siler. Geride yeniden ceberut bir devlet kalır. Devletin zarafeti merhametsiz bir zorbanın kamuflajıdır yani.

***

Devleti ayırıyoruz haliyle, ilkelerden ilerliyoruz. “UKKTH” diye kodlanan “yarı kutsal” bir ilkemiz var, malum. Açılımı “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”dır. Genel bir doğruya işaret ediyor ilke. Esası emperyalist işgale karşı direnen halkların bağımsızlığıdır. Bu durumda emperyalizme yedeklenenin hakkından söz edemeyiz. İşbirlikçilikte “kader” bulamayız. Kaderimizi emperyalistler belirleyemesin, ilkenin dediği budur çünkü. İçinde mutlak bir direniş var. Biliyoruz, emperyalizme direnemeyen halklara kalan sadece kendi “kederlerini” tayin hakkıdır. Tekrarlamış oluyoruz.

Emperyalistler Ortadoğu’da ve başka bölgelerde yüzyıllardır kimliklerle, inançlarla, geleneklerle, sınırlarla oynar, amaçlarına ulaşmak için kullanır. Hiçbiri işe yaramazsa ajanlarını gönderir, işbirlikçilerine para yağdırır, silahlandırır, kukla yönetimler kurar, darbelere girişir, suikastlar yapar, halkları birbirine düşürür, kardeşleri birbirlerine düşman eder, kan döker, kan döktürür. Kendi İslam’ını oluşturur, kendi cihatçısını yaratır, kendi devletlerini, kendi etnik bölgelerini oluşturur. Kontrolündeki bütün devletleri kullanır, kışkırtır, yönlendirir. Yönetemediklerini yıkıp geçer, parçalayıp bırakır. “Balkanizasyon” diye biliyoruz, esası ulus ufalamadır. Ufalarlar, ulusların içinden yeni uluslar çıkarırlar. Suriye’yi parçaladılar, İran’ı parçalayabilirler. Türkiye’nin parçalanmaması için bir sebep yoktur. Hatırlatıyoruz, uzun 19. yüzyıl Osmanlıyı ve İran’ı parçalama oyunları ile gelip geçmiştir.

Bu planlara direnmenin tek yolu “ezilen halkların kardeşliği”dir. Ezilenlerin kardeşliği ise emperyalizmin ezdiği halkların yanında saf tutmayı gerektirir. Mesele, demek ki, kader tayininden ibaret değildir. Ezilen halklar zalimlere karşı birleşmelidir.

“1000 yıldır kardeştik, kapitalist modernite geldi aramıza nifak soktu” derseniz, kardeşlik yapmış olmazsınız, sultana selam çakmış olursunuz. Hürriyet, cumhuriyet, laiklik düşmanınız olur. Elinizde de İslamdan, Osmanlıdan ve tarikatlardan başka bir şey kalmaz.

***

AKP eliyle devletle düz oldular ama bu ülkenin, bu halkın Nakşi-Halidi tarikatıyla travmatik bir tarihi var. Bu tarikat ülkedeki her ilerici adıma gerici bir isyanla karşılık verdi. Kuleli vakasında, 31 Mart gerici ayaklanmasında onların dahli ve parmağı var. II. Meşrutiyet ile hesaplaşma istekleri, İngilizlerin tahriki ve maddi yardımıyla İstanbul'da 31 Mart gerici ayaklanması olarak adlandırılan büyük bir kalkışmaya dönüştü. Kurtuluş Savaşı sırasında da pek çok ayaklanma başlattılar. Şeyh Eşref, Birinci-İkinci Bozkır, Konya, Birinci-İkinci Anzavur, Ali Batı, Birinci-İkinci Düzce, Birinci-İkinci Yozgat ve Zile ayaklanmalarında öncülük onlardaydı. Cumhuriyetin kurulmasından sonra da bu ayaklanma girişimleri sürdü. Yeni iktidar, merkezi otoriteyi güçlendirmek, Osmanlı bakiyesi yerel güç odaklarını dağıtmak istiyordu. Bir taraftan eski imtiyazlarını kaybetme endişesi, diğer taraftan tarikatların güç aldığı hilâfetin ilgası Anadolu’da karışık duygular yaratmıştı. Tarikatlar rahatsızdı!

Nakşiliğin Halidi kolu Osmanlıda bir tür yarı resmi tarikattı. Bu nedenle çok politize oldular ve düzeni değiştirmeye yeltenen her harekete düşmanlık beslediler. Haliyle Şeyh Sait’ten AKP’ye uzanan siyasi çizgide bir Nakşi-Halidi rengi var.

Sadece Süleymaniye’de değil, Ankara ve İstanbul’da da bu tarikatın borusu ötüyor artık. “Kapitalist modernite” yıkılınca içinden çıkan karanlık canavar budur. Cumhuriyete düşmanlığın varacağı yer de budur; Nakşi-Halidi kardeşliğidir.

Böylece yine “Demokratik devlet”in doğuş yıllarına ulaşmış oluyoruz. Cumhuriyetin devletin dışına ittiği o tarikatlara devletin kapısını Adnan Menderes açmıştı. Sırrı Süreyya Başbuğ, İmralı Adası'nda, Pervin Buldan ile birlikte Mendereslerin eski mezarını ziyaret etti, fotoğraf çektirdi, servis ettirdi. İhtimam gerekiyordu, demokratik devlet emir telakki etti, ihtimam için adaya koştu. Menderes’in boş mezarı önünde birleştiler. Birlikte yürüyebilecekleri yeni yolun somut işaretidir.

***

Yanlış anlamalara yol açmayalım; masada, çözüm talebinde veya iradesinde, hatta devletin bu mucizevi değişiminde değil sorun. Sorun, susan silahların laik cumhuriyete çevrilmek istenmesinde.

Kemal Okuyan söyledi, masanın her iki tarafında da cumhuriyetle derdi olanlar var. “Cumhuriyetin ne hayrını gördük” sızlanması malumunuz. Ama bunu çoğaltabiliriz de. Osmanlının, tarikatlarının, hilafetinin, saltanatının ne hayrını görmüşüz. Hem Cumhuriyetin eski düzenlerin bakiyelerine ne hayrı olacak. Cumhuriyet gericiler için, tarikatçılar için, hilafetçiler ve kimlikçiler için hayırsız bir rejimdir. Cumhuriyetin aristokrasiye, kilise babalarına, monarşiye, krala-kraliçeye, sultana-padişaha hayrı olmaz. Cumhuriyetin, varsa, hayrı yurttaşınadır.

Tarikat kardeşliğiyle, İslam senteziyle, Osmanlıcılık hayaliyle, ABD işbirlikçiliğiyle, bölgesel emperyal heveslerle çözülebilecek bir sorun değil Kürt sorunu. Tarafları veya muhatapları mucizeli devletler değil bugüne kadar hem düşman hem kardeş olmayı başarmış halklardır. İyiliğin de kötülüğün de ortak tarihimizde kökleri var. Bakarız, birbirimizi anlarız, kucaklaşırız, bizi ufalamaya kalkanlara karşı ayağa kalkarız. Birlikte yeni, “hayırlı” bir cumhuriyet kurarız. Ezilen halklar birleşince ne kader kalır belirleyecek ne keder kalır üzülecek.