Cuma'dan cima'ya, okuldan hareme

Bizim siyasal İslamcılarımızın tarihe ve topluma kendi tarihlerinin gelgitleriyle şekillenmiş tuhaf bir bakışı var. Kendilerine sorarsan muhafazakârlar. Ama mevcudu yıkmaya ve yerine yenisi yapmaya pek hevesliler. Geçmişe duydukları özlem belirgin ama geçmişten kalanı korumakta pek gönülsüzler. Sanatta, mimaride, müzikte, giyim-kuşamda eski olana derin bir nefret, yenilerine derin bir muhabbet beslemekteler. “Yenilikçi muhafazakâr” diye tuhaf bir tanımlama yapmaya kalkışmışlıkları da var. Cumhuriyeti alaşağı ettiklerine inandıkları bir dönemde yeni durumu tanımlamak için buldukları “Yeni Türkiye” lakırdısının kaynağı da işte bu tuhaf hal.

Reisleri Cumhuriyet’in simgesi olan köşkü terk edip kendisine kaç odası olduğu hala tartışılan tuhaf bir saray yaptırdı. Sonra da arkasına “16 Türk devleti”ni temsil ettiğini sandığı tuhaf kılıklı “askerler” alarak poz verdi. Bu pozu verirken kafasında “yeni” Osmanlı hayali dolaşmaktaydı. Ama Osmanlı arkasına dizdiği o âdemlerin temsil ettiği “devlet” geleneğinin “enkazı” üzerinde kurulmuştu; ne gam!

Aslında Cumhuriyet de kuruluş döneminde Osmanlıyı atlayarak, tarihi referanslarını o 15 devlet üzerine yapmaktaydı. Ümmet olmaktan ulus olmaya geçerken, vurgu da İslam’dan Türklüğe doğru değişmekteydi. Yani her şeyin birbirine karıştığı, sınırların ve ölçülerin anlamsızlaştığı tuhaf bir dönemden geçiyoruz. O yüzden kavramlar da biraz bulanıklaşıp, silikleşiyor. Muhafazakâr yok aslında “tuhafazakar” var; Müslüman yok “süslüman” var! Herkes biri ve öbürü. Çoğunluk her ikisi… “Süslüman tuhafazakar” bir ülke burası. Dönemin ruhunu bundan daha iyi ne anlatabilir?

Kafası sıkı sıkıya örtülü mini etekliler zamanındayız. Ahlakın çöküşte ve dinin yükselişte olduğu bir zamanda. Yüzde 99’u Müslüman görünmesine karşın, ramazanda ellerinde sirkeyle türbe türbe dolaşan ve atalara tapmanın bütün ibadet biçimlerini özenle yerine getirenlerin zamanı bu. Bu yaygın pagan ritüeline, bu “halk İslamı”na “kitabı İslam”ın uzaktan, sessiz ama öfkeli bakışlar fırlattığı bir zaman. Hadislerin gölgesine sığınıp, halka bu yaptıklarının zındıklık olduğunu söyleme cesareti gösteremeyen “Müslüman aydın”ların zamanı.

Bu halk İslamı kitabi İslamı teslim aldı, kendine benzetti ve yeniden kurguladı. Artık İslam ağzı burnu yamulmuş ve tanınmayacak halde. IŞİD ve türevi örgütler işte bu dönüşüme isyan ediyor. Türbeleri, ibadethaneleri düzleyerek, Kâbe’yi yıkma tehditleri savurarak yıkılışı durdurmaya çalışıyor. Daha insancıl olanlar ise “İslam’ın ilk dönemi cennetti yavrum” kıvamında hikâyeler anlatmakta. Diyanet’in kitaba dayanarak yaptığı her yorumun küçük çaplı bir skandala yol açması işte bu evrim yüzünden. Kitaptaki inancın sokaktaki inançla bağı tamamen koptu.

Siyasal İslamcılığın dramı bu. Yalnızca teslim oldukları halk İslam’ıyla değil, cumhuriyetle, laiklikle de görülmesi gereken hesapları var. Bununla birlikte cumhuriyet ve laikliğin şekillendirdiği devletin şefkatli kucağında ve kollarında büyüdüler. O devletin en tepesinde oturup, kurucularına “iki ayyaş” diyerek ağır küfürler etmeyi besleyen işte bu tarih.

Menderes iyi, İnönü kötü…

12 Mart, 12 Eylül kötü ama en kötüsü 27 Mayıs. Artık düzenin “resmi” şairine dönüştürülen Necip Fazıl’ın 12 Eylül övgüsünü kim hatırlayacak? Sonunda 2010 yılının 12 Eylül’ünde bir darbe daha yapılıp iki 12 Eylül darbe çorbasına dönüştürülmedi mi zaten?

İttihatçılık ve Jakobenizme duydukları nefret hepsinden öte. 1908’in “hürriyet” çığlıkları kötü, 31 Mart’ta ayaklananlar iyi. Hatta aklı evvel reisleri, o gerici ayaklanmanın bastırıldığı Taksim Kışlası’nı yeniden yapmaya kalkıştığı için az daha düşecekti ki, düşmese de felç olduğunu görüyoruz. Bir yandan “demokrasi”yi kutsadılar, öte yandan zorba Abdülhamit’i devirip, parlamentoyu ayağa kaldırarak ona doğru çok önemli bir adım atmış olan İttihatçılardan ölesiye nefret ettiler.

Mustafa Kemal kötü; çünkü modernist. Hâlbuki Osmanlının son döneminde hem padişahlar, hem de saray çok ileri düzeyde modernize olmuştu. “Harem”deki kadınların çoğunun başı açıktı, bir kısmı batılı eğitim almıştı. Batılı yaşam tarzının iyi olduğu yönünde en ufak bir kuşku yoktu. Zaten eski biçimiyle bir “harem” de kalmamıştı. III. Selim ve II. Mahmut’tan bu yana Saray devlet ile tarikatlar ve inançlar arasına belli bir mesafe koymaya çalışıyordu. En azından bu yönde tercihler yaparken pek faydacı davranmaktaydılar. Mustafa Kemal de işte bu dönüşümün var ettiği insanlardan biriydi.

Said-i Nursi iyi.  Ama Said de sıkı bir Abdülhamit muhalifi, ittihatçı ve hatta Teşkilat-ı Mahsusa üyesiydi. Dönüp, Abdülhamit’in devrilmesiyle koltuğa oturan sultana projeler sunup ödenek koparacak kadar da iş bilir. Devletle gelgitli ilişkilerini şakirtlerine miras bıraktı. 31 Mart gericisiydi ama ordu kazanınca ordu propagandacısıydı. “Moskof düşmanlığı”nı “Komünizm düşmanlığı”na dönüştürerek yaptı en büyük numarasını. Bir ara Mustafa Kemalci, sonra uslanmaz bir Mustafa Kemal düşmanı...

Siyasal İslam’ın beslenme kaynakları ve ruh hali bu. Yakın Türkiye tarihine bu tuhaf bakışları, Kemalizm’in devrimci ruhundan kurtulup onu anti-Kemalist bir “Atatürkçülük”e dönüştürmek isteyen gericilikle kesişti. Zaman içinde hem bu devletlü gericilik tarafından terbiye edildiler hem de o devletlü gericiliği terbiye ettiler. Milliyetçi dincilikle ile dinci milliyetçilik arasında gelgitleri ise sürüyor.

“Hilafet” ve “saray” hakkındaki fantezilerinin hiçbir karşılığı yok. Osmanlının son döneminde hilafet ölü bir kabuktan ibaretti. Cumhuriyeti kuranların o kabuğu kullanması imkânsızdı, kaldırıp attı.

Bunlar İmparatorluğun “kudretli” yıllarına aittiler, sonra sultanlar çaptan düştü. Hatta aralarında yolu hareme pek nadir düşenler vardı. Pek bilmiş vakanüvislerin öğüdüne uyup “yaz olunca avratlara, kışın oğlanlara meyledenler” çoğunluktaydı. “Avratlar”a hiç dönüp bakmamak, bütün mevsimleri “oğlanlar”la geçirmek de az rastlanır vakalar değildi.  Cariyeler ve kadınlar orada ne öğreniyorlardı bilemem ama insanı soysuzlaştıran bir ilişkiler yumağı içinde kaybolup gittikleri kesindir.

“First Lady”nin harem övgüsü, yandaş bir yazarın “saray danışmanlarının Osmanlı vakanüvislerinin cinsel öğütlerini ciddiye aldığı”nı ima eden yazısının üzerine geldi. Yeni Osmanlı ruhuna uygun bir “imparatorluk” kurmak hayal olsa bile, sarayın bir minyatürünü kurduklarını ve içeride pek eğlendiklerini belli.  

Tam da Cuma’yı “cima” şeklinde söyleyip espri yapan, “bakara-makara sallayan” bu arada “malı götüren” dindar bakan olayını unutmak üzereydik hâlbuki.

14 yıl sonra siyasal İslamcılığın İslam’ı getirdiği yer, Osmanlının hilafeti getirdiği yerle aynı. Artık din toplumda bir ölü kabuktan ibaret: içinde ne saygı duyulacak bir yan var, ne kutsalı ayakta, ne de ahlakla bağı.

Yapabilecekleri tek şey peşinde takılıp savruldukları Sultan Tuhaf’ı peygamber ilan etmek. Ama bunu yaparak aynı zamanda bütün peygamberlerinde bir tür Sultan Tuhaf olduğunu da ilan etmiş olmuyorlar mı?

Aydınlanma işte bu aydınlıkta geliyor!