Cahiliye devri kapanırken

Süleyman Demirel siyasal hayatımızın en pragmatik şahsiyetlerinden biriydi. Siyasetin gereklerinin ilkeleri ezip geçtiğini yaşayarak öğrenmiş, ilkesizliği ilke edinmişti. 1980’li yıllardan sonra cuntanın engelleri ile karşılaşınca kurduğu partileri emanetçiler ile yürüttü. Perde gerisinde durduğu ve her şey ona sorulduğu için adı “bir bilen”e çıkmıştı. Sonra o yasakları yıkmayı başarıp başbakan oldu, oradan cumhurbaşkanlığına sıçradı. Giderken partisine yeni bir emanetçi bulması gerekiyordu. O göreve en uygun kişi Hüsamettin Cindoruk’tu. Siyaseti biliyordu, Demirel’e sadakati tartışılmazdı. Ama Demirel onun yerine “bir bilmez”i seçti. Onun işaretiyle Tansu Çiller DYP’nin başına geçti ve başbakan oldu. Çiller iktisat profesörüydü, ilk kadın başbakandı. İlk bakışta pek parlak görünüyordu. Ama sırrı kısa sürede döküldü, siyasi hayatı bir gaflar manzumesiydi. Gerçekten de bilgi ve kültürü ile nam salacak bir kişilik değildi ama yine de ülke hakkındaki bilgisizliği şaşırtıcıydı.

Aynı denklemi Turgut Özal da kurdu. Cumhurbaşkanı seçilince partisini Yıldırım Akbulut’a bıraktı. Akbulut mütevazı bir taşra avukatıydı. O mütevazılığı nedeniyle Özal tarafından iktidar partisi kucağına bırakıldı ve başbakan oldu. O da icraatlarından çok gaflarıyla meşhur oldu. Arkasında pek çok fıkra bırakmıştır.

Yerine bir bilmez bırakmak bizim köklü siyaset geleneğimizdir. Böylesi liderlere daha güvenli görünmüştür. Ama sanırım Hüsamettin Cindoruk dışındaki emanetçiler, teslim aldığı partileri bir bitişe doğru sürükledi. Nitekim Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz devraldıkları o köklü partilerin son liderleri oldu. Partileri onlarla birlikte küçüldü ve onlarla beraber yok olup gitti.

AKP’yi var eden boşluk merkez sağ partilerin bir bilmezlerinin bıraktığı o boşluktur. Bülent Ecevit esir alınmış, Devlet Bahçeli teslim olmuştu. Necmettin Erbakan’ın eteklerine tutunan bilmezler tarafından kuruldu parti. Birkaç aylık partiyken iktidar paketlenmiş halde kucaklarına bırakıldı. AKP bir boşluk partisidir. Demirel’e, Özal’a, Menderes’e referans yapsa bile Çiller-Akbulut çizgisinin devamıdır daha çok. Haliyle artık yükselmek için bilmemek esastır. Bilinmez bir dönemdeyiz şimdi…

xxx

O gelenek sürüyor. Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığına geçerken yerine Binali Yıldırım’a bıraktı. Tansu Çiller ve Yıldırım Akbulut ile benzerliği şaşırtıcıdır. Hatta bir Tansu Çiller-Yıldırım Akbulut sentezidir Binali Yıldırım. O kadar eğlencelidir. Rivayet o ki, “beni niye başbakan yaptılar bilmiyorum” demişliği var. TÜSİAD Yüksek İstişare Toplantısı'nda da konuştu geçtiğimiz hafta. AB'ye kızgındı görünüşe göre. Şöyle dedi: "Gümrük Birliği'ni yeniden gözden geçireceğiz, bu kadar seneden sonra sanayide durum ne, tarım ne, e-ticarette güncelleme yapılacak. Çünkü Gümrük Birliği'nde de maalesef bize madik attılar, mal ve hizmetler serbest olacaktı üstüne yattılar." Anlamadım ne demek istediğini, baktım. “Madik”, miskete fiske vurarak oynanan zıpzıp oyunu. Hile yapmak, dolap çevirmek anlamı da var. Ermeniceden geçmiş Türkçeye. Belki de geçmemiş. Argo çünkü. Kahvehane kültürüne ait sayılıyor o yüzden. Her ne ise, Gümrük Birliği’ne girerken bize kötü bir şey yaptıklarını anladım. O anlaşmayı imzalayan başbakan Tansu Çiller’dir. Büyük başarı olarak sunulmuştu iç kamuoyuna. Madik yediysek günahı onun boynuna!

xxx

Avrupa Birliği’nden yediğimiz “madik”in, her neyse o, canımızı çok yaktığı aşikâr. Binali Bey yukarıdaki konuşmayı yaptığı sıralarda Cumhurbaşkanı Erdoğan, Saray'da muhtarlarla buluştu. Avrupa Parlamentosu müzakereleri dondurma kararı almıştı. Çok kızgındı fiili başkan, "Bizi oradan kovmaya Avrupa devletlerinin gücü yetmez. Biz Avrupa'da misafir değil ev sahibiyiz" dedi. Arada Aşık Veysel’in tipi beğenilmedi diye Ankara’ya sokulmadığını hatırlatıp muhalefet partisine esaslı bir ayar verdi. Sonra bıraktığı yerden AB’ye saymaya devam etti: “Artık tek taraflı adımlar bitti. Ne kadar ekmek o kadar köfte.”

Bunu da anlamayıp araştırdım. Öyle bir atasözümüz yok. “Ne verirsen elinle o gelir seninle” gibi şık bir tane var ama çok kullanılmıyor. “Ne ekersen onu biçersin” var, güzel. Ama “ne kadar ekmek o kadar köfte” yok. “Ne ka ekmek o ka köfte” versiyonu var bu sözün bir de. Sanırım “ka” “kadar”ın yarısı yutulmuş hali. Allahtan yutmadı başkan “kadar”ın yarısını. Geriye tek bir olasılık kalıyor. İddia edildiği gibi bu tekerleme “ne ekersen onu biçersin” atasözünün aç karnına söylenen versiyonu. Mümkündür. Ama AB’ye girmek isteyen biziz, yoksa onlar bize girmek istiyor değil. Yani ekmek-köfte denklemini onlar kursa oluyor, biz kursak olmuyor, ekmeğin içi boş kalıyor.

Baktım, daha önce Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz'un Türkiye'ye yönelik açıklamalarına tepki göstermiş. Şöyle demiş; "Kimsin sen ya? Neymiş orada bir parlamentonun başkanı. Sen Türkiye adına ne zamandan beri karar verme yetkisine sahip oldun? Ne diyor, şu terbiyesize bak 'Yaptırım uygularız' diyor. Senin her yerin yaptırım olsa ne yazar?"

Burada da “sen kimsin ya?” sorusu havada kaldı benim için. Kim olduğu belli çünkü: Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz… Burada köfte yok, o da belli. Yavan ekmeği ölçüsüz yeme halinin getirdiği bir şişkinlik belki daha akla yakın. Köfte olmayınca ekmek de birden mana kazanıyor haliyle. “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını çalar” gibi muhteşem bir atasözümüz var mesela. (Siz “sallar” anlayın.) Köftesiz, berrak.

xxx

“Gavur” da kaba ve argo bir sözcük. “Müslüman olmayan kimse, Hıristiyan, Avrupalı, batılı” anlamında kullanılıyor. Halk ağzında ondan daha çok “dinsiz” demek. Doğal, çünkü halkımız, kendisinin dışındaki dinleri de din saymıyor. Dinsiz deyip çıkıyor içinden. Ama gelin görün ki, özellikle yurtdışına göçmüş olanlar gâvurun ekmeğini yemekte bir beis görmüyor. Çok şükür, köfte karışmamış bu mevzuya. “Gavurun köftesini yiyen” diye başlayan bir atasözü “ne ka köfte o ka ekmek”ten daha tuhaf olurdu. “Gavurun ekmeğini yiyen kılıcını çalar” bölümüne Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bir açılım getirdi. Şöyle dedi: "Bizim bu bağımsızlık meselesini ciddiye almamız lazım. Bizim için bağımsızlık gâvura 'gâvur' diyerek karşısına dikilebilmektir." Tamam, bu cümleyi kuran kişi “Müslüman” bir siyasetçi ama biyografisinde şöyle şeyler var: Amerika Birleşik Devletleri'nde Temple Üniversitesi School of Business & Management’da lisansüstü çalışma. Aynı ülkede Cornell Üniversitesi New York State School of Industrial & Labor Relations’nda misafir öğretim üyesi. İstanbul Üniversitesi'nde doktora, doçentlik, profesörlük… Sebep? Gâvura gâvur demek için!

Eğitimin bu gibi konularda hiçbir şeye yaramadığının başka işaretlerini gördük geçen hafta. İBB Başkanı ve Mimar Kadir Topbaş, İşadamı Mehmet Hattat’ın “Topbaş’ın villasının arkasındaki arsaları bana zorla aldırttılar ve belediyeye bağışlattılar” iddiasına şöyle bir yanıt verdi: “Orada bir bölgenin ihtiyacı olan küçük bir mescit... Bu kadar küçük hesaplar yapar mı başkan? Allah korusun. Ama maalesef hep böyle terso bakmak.” Vallahi bunu hiç anlamadım. Araştırmalarım sonucu anladığım şu: Hattat Holding Maslak’ta “Diamond of İstanbul” adlı bir inşaat projesi yürütüyormuş. Belediye sorun çıkarınca proje durmuş. Bunun üzerine İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile holdingin yönetim kurulu başkanı Mehmet Hattat arasında bir protokol imzalanmış. Protokole göre Hattat Holding, İBB’ye 18 arsa bağışlamış. Belediye de buna karşılık holdingin inşaat projesi önündeki engelleri kaldırmış. Hattat’ın bağışladığı 18 arsanın üçü İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın Kumburgaz’daki villasının hemen arkasında yer alıyormuş. Olağan bir siyasi iklimde bunun adı rüşvettir, ismi geçenlerin istifa etmesini gerektirir. Malum bizimkisi olağanüstü hal. “Ne halleri varsa görsünler” deyip geçeceğim ama “terso”ya takıldım kaldım. Bulamadım ne anlama geldiğini. Bir göz damlası var “Terso” adında. Kornea ödeminin tedavisinde kullanılıyormuş. Sanırım Kadir Bey, işadamının gözündeki ödeme dikkat çekiyor ve olup biteni iyi göremediğini ima ediyor. Göz damlası öneriyor da olabilir. Bilemedim.

Ben bunları anlamaya çalışırken darbe girişiminden sonra Ohal uyarınca kurulan Milli Savunma Üniversitesi rektörlüğüne atanan Prof. Dr. Erhan Afyoncu, tarihteki birçok Türk devletinin Başkan seçemediği için yıkıldığını iddia etti. Şimdi düşük, eski akil adam Prof. Baskın Oran da sona eren “barış süreci”ne değinerek “Biz orada mayın eşeği olduk" dedi. Bir Ahmet Kaya şarkısı takıldı dilime: Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça!

Süleyman Demirel’i, Tansu Çiller’i, Turgut Özal’ı, Yıldırım Akbulut’u hayırla yâd ediyorum bu tabloya baktıkça. İyi insanlarmış hepsi, anlamamışız. Madik atmışız, köftelerini ekmeklerinden az vermişiz. “Sen kimsin ya” demişiz nahak yere. Gâvurun kılıcını çalmakla suçlamışız, terso bakmışız. Nereden bilelim biz, başkan seçemediğimiz için bu hallere düşüp, mayın eşeği gibi başıboş dolaşacağımızı?

xxx

Boşlukta geldiler ve ülkeyi büyük bir boşluğa çevirdiler. Ayaklarının altındaki toprak hızla kayıp gidiyor ve uzun bir cahiliye devri nihayet kendi üzerine çöküyor. Düştüğünün farkında olmayan tuhaf adamlar ve kadınlar görüyorsanız bilin ki  bundandır.