Bekle bizi İstanbul

Halep’ten cihatçı katiller çıktı, şehir gündemden düştü. Savaşın bakiyesi birkaç yıkıntı görüntüsü kaldı geride. O dinci katillerin işlediği suçları durup araştırma fırsat yok. Zaman akıyor, katiller çekildikleri yerde yeni saldırı hazırlıkları yapıyor. Şehir kanayan yaralarını sarmakla meşgul…

Oysa bizden çok uzak, bize değmez bir şehir değil Halep. Antakya’dan 120 kilometre ötede, bizim de rengimizi, kokumuzu taşıyan bir şehir. Halep’te ölen biziz, direnen biziz, cihatçı katillerin ölümüne kastettiği biziz.

soL’da, “Üç şehir”de yazdım; gitmeyi hayal edip gidemediğim tek şehir Halep. Kanlı katillerin işgal ettiği hayallerin bir parçası bana ait yani. Öyle veya böyle bu savaşın bir parçası olmaktan mesudum.

***

Bu ruh halini bana bulaştıran kişi Serhat Öztürk. Halep üzerine yazdıklarını tamamen rastlantı eseri gördüm. Öztürk’ün “Halep” kitabı Karagöz karakterlerinden Beberuhi’nin bir tekerlemesi ile başlıyor:

“Bindim dolaba

İndim Halep’e

Paraları verdim

Rakı, şaraba...”

Halep’le Beberuhi’nin ruh halinin bir ilişkisi var mıdır bilmem. Benim gibi gitmeden söylemiş de olabilir tekerlemeyi. Ama niyet önemli biliyorum. Niyetliyim ben de. Son cihatçı katil Suriye topraklarından çekip gittiğinde rakıya duracağım Halep’te…

Tekerlemeden sonra taş ve zaman ilişkisi üzerine muhteşem bir giriş bekliyor sizi. Hiç düşündünüz mü deniz ve çöl neden etkiler insanı? Serhat Öztürk’ün bir cevabı var: “Boşlukta ve taşta, insanı zamanı düşünmeye sürükleyen bir şey vardı. David Lean, Arabistanlı Lawrence’ı çekerken dokuz ay kalmıştı çölde. Hemen sonrasında yapılan söyleşide okumuştum, ‘Şimdi niye bütün peygamberlerin çölden çıktığını anlıyorum’ diyordu.” Bizim Deniz Hakan’ın muhteşem Kurban Said çevirisi “Hz. Muhammed”i de işte bu çöl esintisi üzerine kurulu. Çölün boşluğunda ya içmeli insan, ya da peygamber olmalı!

Her ne ise, zamanı da tanrıları da biz icat ettik burası kuşku götürmez. Ama boşlukla olan derin sorunumuzu çözemedik. Evet, boşlukla bir sorunumuz var. Denize bakmanın burnumuzun direklerini yakan bir acı, bir ağlama duygusu vermesi bundan. Denizden geldik ve bir kara parçasına hapsolduk. Onca zamandan sonra suda boğulacağımızı sanmamız ne büyük trajedi. Hiç çöl görmeden göçüp gitmek ne acı. Geçtim bunları, uzayın, evrenin sonsuz boşluğuna şöyle bir bakış atmayı henüz hayal edemiyoruz bile. Şehrin ışıkları alıyor gözümüzü, yıldızlara bakmayı çoktan unuttuk. İcat ettiğimiz zaman, ellerimizle şekillendirdiğimiz taşa inat akıp gidiyor. Şehir budur işte!

***

Öleceğiz ve unutulacağız; Boşluğun bize söylediği bu. Burnumuzun direğinin acıması bu gerçeği hazmetmenin güçlüğünden. Halbuki bize inat direniyor taş. Mısır’da, bilmediğimiz, bilemediğimiz bir zamanın üzerinden bize bakıyor. Machu Picchu’dan bize gülümsüyor. Göbeklitepe’den, Halep’ten, bilmediğimiz bir lisanda melodiler fısıldıyor. Büyük kentlerin beton yığınları arasında anlama yeteneğini yitirmişler olarak çaresiziz taşın söyledikleri karşısında.

“Ölümsüzlük için bir avuntu arayışında taşa varıldı. Tarih oradan başladı.  Yanan alnımızı taşta soğuttuk. Kentler taştan doğdu. Taşlaşmış biçimi zamanın, bir kent budur biraz da. Kentin katı hali. Devasa anıtlar bu yüzden dikilmedi mi? Piramitler bunun içindi, Orhun Abideleri ve Halep Kalesi... İnsan gidip bu anıtların karşısında durduğunda daha geniş bir zamanla bütünleşiyordu; alt kimlikler, yapay sınırlar siliniyor ve ortak tarihe eklemleniyordu. Yine de bütün bunlar zaman ve unutuştan kurtulmaya yetmiyordu. Bizatihi arkeolojinin kendisi bile, unutuşun korkunç boyutlarını gözler önüne sermiyor mu?” Bu da Serhat Öztürk’ün söyledikleri.

Savaştan önce Halep’e gitme hayali, zamanın taşın gücüne boyun eğdiği başka bir zaman aralığına gitme vaadiydi. Sonra Körfez’in ölçüsüz Bedevileri, Küçük Asya’nın nevzuhur Bedevi yancısı imamları birleşip saldırdılar Halep’e. Yıktılar ne varsa Halep’e değin. Şehri düşürmeyi başarsalardı, taşları taşıyıp, yüksek, şekilsiz binalar dikeceklerdi yerine. Halep direndi, taş direndi, zaman direndi. Direnişteyiz…

***

Halep’i cahiliye ordularının saldırıları yıktı evet. Peki, İstanbul’u yıkan kim?

Yıllar sonra Süleymaniye'ye düştü yolum. Tahrip gücü yüksek inşaat ve kar bombası düşmüş üzerine. Etraf biraz Afganistan biraz Pakistan. Geçtim geceyi, gündüz gözüyle gezmesi cesaret isteyen sokaklar halinde her yer. İstanbul'un en güzel köşesi, karanlıklar ülkesinin giriş kapısı olmuş.

Şehrin merkezleri bilinçli bir biçimde çürümeye terk ediliyor uzun zamandır. Banliyölerde tuhaf, şekilsiz, Ağaoğlu tipi binalar yükseliyor. 24 saat trafik, 24 saat keşmekeş. İstanbullu savaş gider gibi çıkıyor evinden, akşam evine dönüp dönemeyeceğinin belirsiz olduğunu bilerek…

Üçüncü köprü icadından sonra Mahmut Bey gişe bir tür aşılmaz cephe görünümünde. Fatih Mehmet gelse, perişanlığı görse yüzgeri dönüp giderdi. Şehrin merkezi yitip gitmiş, kim nereye gidiyor belli değil. Üçüncü havaalanı ucubesi Kuzey Ormanlarını tamamen yok etti. Geriye kalan çam ağaçları tozdan dumandan kahverengiye çalıyor. Ormanı yedi yobazlar. Göçe duran leylekler TOKİ konutlarının tepelerinde konaklıyor çoktan beri. Ab-ı hayat kaynağımız Terkos otoyol kuşatması altında. Dünyanın en şekilsiz, en ucube şehri İstanbul. Dinciliğin şekillendirdiği bir şehir görünümünde artık; Sınırsız, ölçüsüz, bednam, çirkin, kaba, kaotik, kuralsız.

Utanmadan bir de muhafazakâr diyorlar kendilerine. Neyini muhafaza etmişler şimdiye kadar. Yeniye tapıyor cem-i cümlesi. Ne taş, ne zaman. Tepeden tırnağa yeni, tepeden tırnağa beton…

***

Vatan hainliğinin tanımını bugün dağa, taşa, doğaya, suya, kurda, kuşa yapılanlara bakarak yeniden yapacağız gelecekte. Mecburuz buna. Yoksa bu topraklar hepimizi kusacak...

Ülke meselesi değil sadece devrim. Şehir meselesi, taş meselesi, zamana direnme meselesi. İstanbul’u, Halep’i kurtaracağız önce. Ve aralarında insani bir köprü kuracağız. Mecburuz buna!