Arabeskçi yobazın ikizidir

Orhan Gencebay -sağ olsun- iktidara yaranmak için attığı her adımla birlikte müziğini daha aşağıya çekiyor. “Arabeskten aşağısı ne ola ki?” diyeceğinizi biliyorum. Haklısınız. Ama “halkımız seviyor” işte. Bunun bir de “halkımız istiyor” versiyonu var. İkisi yan yana geldiğinde bilin ki serbest düşüştesiniz. Halkımızın sevdiği ve istediği her zaman doğru olsaydı, tarihimiz büyük ihtimal bu günkünden farklı gelişmiş olurdu. Halkımız, ilkel olana, cehalete, gericiliğe, sağcılığa da meyillidir. Hatta çoğu zaman böyledir. Biz halkımıza beslediğimiz tutkulu sevginin yanında, onun bu tür eğilimlerini reddettiğimiz için solcuyuz. Halkımızı, sınıfımızı ve tabii bu arada kendimizi ayağa kaldırmak, dik tutmak istiyoruz. Seviyoruz ama eleştiriyoruz. 

Eleştiri ise şiddetli bir iştir, yıkıcıdır. İçinde şiddet barındırmayan, “yapıcı olan” eleştiri olur mu? Şiddetli devam ediyoruz.

Halkımız son yıllarda sıklıkla sağcılığı, gericiliği, ilkelliği istiyor. Arabeski, Acun’u, Recep İvedik’i, evlenme programlarını, tekerleme yazarlarını seviyor. Çünkü dinci-faşistler geldiler ve düşürdüler. Halkımız düşerse biz de düşeriz. Düştük veya düşüyoruz. Arabesk tartışmasının esası budur.

***

Orhan Gencebay vesilesiyle gündeme gelmiş veya ortaya yeni çıkmış bir ittifak değil sözünü ettiğimiz. Onun bugün kutsadığı iktidar da, onu önemli kılan müzik de 12 Eylül icadı gerçekte. Halkımızın çocukları işkenceye çekilirken askerlerin kucağında birlikte doğdular, birlikte büyüdüler ve sembiyotik bir yaşam kurdular. Yeni bir şey değildir, dinciler ile arabeskçiler öteden beri kardeştir.

Orhan Gencebay müziği 1980’li yıllarda yükseldi. 12 Eylül halkımızı düşürmüştü. Özal düşen halkımızı vahşi kapitalizme parçalatmak için düzenin karanlık dehlizlerinden çıkıp geldi. Düzen halktan vazgeçmiş, onu yeniden ümmet yapmaya karar vermişti. Kırdan gelenler şehirli olamayacaklarını, önlerinin kapandığını gördü. Cumhuriyet yıkılıyordu ve halk dağılıyordu. Arabesk kültürü yaygınlaşmasını halkımızın kendi geleneksel kültürlerinden kopmasına ancak şehir hayatına da ayak uyduramamasına borçluydu. Önlerinde kalan tek yol şehrin kıyısındaki kamu arazilerini yağmalamak ve tek göz bir ev sahibi olmaktı. Gelecek artık pek aydınlık ve pek parlak görünmüyordu. Din ve arabesk bu sıkışmışlığın dışavurumuydu. Zaten 12 Eylül’ü yapanlar durumun farkındaydı. Toplumu dinselleştirdiler ve arabesk için yolu açtılar. Kadere isyan ve tanrıya yakarış arasında sıkışıp kalmış karanlık bir dönemin ürünüdür ikisi de. 

Şehirde yaşamaya başlamış fakat şehirli olamamış taşralının iç çekişleriydi arabesk. Kendisini düşüren düzene isyan etmek için önce diz çöküyor, sonra ağlayarak durum beyanında bulunuyordu. “Bizi de gör”den ibaretti isyanı. Mahcuptu, utangaçtı, başı eğikti. Çünkü üreten bir sınıfın değil, onun bir karikatürü olan lümpen proletaryanın yakarışıydı. 

İsyanla ilişkisini de anlatayım. 1980’li yılların ortasında “Nokta” Dergisine itiraflarda bulunan işkenceci polis Sedat Caner anlatmıştı. Polisler işkenceye çektiği solcuların morallerini bozmak için hücrelerinde arabesk dinlemeye zorluyorlardı. 2000 yılında öğrenci seçme sınavını protesto ettiği için gözaltına alınan 64 öğrenciye de 36 saat boyunca arabesk müzik dinletmek suretiyle işkence etmişlerdi polisler. Müslüm Gürses’e gelince, daha düne kadar konserlerine hücum eden gençler kapıda vücutlarını jiletliyordu. Aşırı doz arabeskten bilinç yitimine uğrama ve işkencenin içselleştirilmesi halidir.

Budur arabesk. Müziğin dışında, başka alanlarda da tezahürleri olduğunu biliyoruz. Ahmet Altanların, Latife Tekinlerin öncülüğünü yaptığı Eylülist edebiyat, tevekkül ve arabeskin bir karışımı değil mi esasında. 

***

Düşene her şey yüce görünür. Arabesk bir yana, bugün yüceltilen şeylerin çoğu da varlığını halkımızın düşürülmesine borçludur. Cem Karaca’yı, Zülfi Livaneli’yi, Ahmet Altan’ı eleştirirken kendimizi Orhan Gencebay’ın, Müslüm Gürses’in, Nilgün Bodur’un yanında bulmamız büyük düşüşün delilleridir. Daha bunun Küçük Emrah’ı, Neşe Karaböcek’i, İbrahim Tatlıses’i, Ferdi Tayfur’u, Mahsun Kırmızıgül’ü şusu busu var. 

İşte tablo ortada, fabrika kapısında değil düşkünler tavernası girişindeyiz. Yozlaşmış bir kültürden değil, düpedüz çürümeden söz ediyoruz. Haliyle bu bizi de aşağıya çekiyor, çürüyenin yanında, yozlaşmış makul görünmeye başlıyor. 

Çoktan unuttuk; Cem Karaca 12 Eylül nedeniyle kaçtığı ülkesine Turgut Özal’ın inayetiyle döndü. Hakkındaki suçlamalar düşürüldü, davaları kapatıldı, vatandaşlığa geri alındı ve pasaportu iade edildi. TRT ekranlarına çıkmaya başladı. Hatta Ankara'da verdiği konserine katılan Özal'ın elini öptüğü söyleniyordu. Eğilmişti. Eğilince dinciliğin yükseldiğini fark etti, "Allah'la barıştığını" açıkladı. Dediklerine göre Fethullah Gülen’e de özel bir sevgisi vardı, karşılıklı cilveleşiyorlardı. Müziğini ayırıyoruz, düşüşünü hatırlatıyoruz.

Özal’ın himayesine sığınanlardan biri de Zülfü Livaneli’ydi. Sonra Süleyman Demirel ile de pek sıkı fıkı oldu. Cem Karaca’nın manevrası hep hatırlandı ama onunki unutuldu. Bunda CHP’de politikaya atılmasının, o sayede solcu sanılmasının payı vardı sanırım. Hadi hepsini unuttuk diyelim, “Özgürlük” şarkısını bir GSM şirketine satmasını nasıl unutabiliriz? Bir mizah dergisi durumu şöyle özetlemişti: "Özgürlük'ü GSM şirketine sattıysan, 'Yiğidim aslanım burada yatıyor'u da yatak şirketine satabilirsin." E piyasası olduktan sonra, ne sakıncası olacak değil mi?

80’li, 90’lı yılların kahramanları birer birer çekildi sahneden. Nilgün Bodur’lar, Allah de ötesini bırakçılar, her boydan popçular, aşırı doz arabeskçiler, melek gücü satıcıları türedi yerlerine. Düşürüyorlar halkımızı. Halk düşürülmüşse ayakta kalmak güçtür. Büyük tarihçimiz bakan danışmanı olduysa, Orhan Gencebay da sanat kurulu üyesi olur. Düşmenin yan etkileridir. Haliyle artık en alttan bakıyoruz dünyaya, arabeskin yüceldiğini görüyoruz. 

***

“Sanatçı kesinlikle muhalif değildir. Sanat, siyaset yapmaz... Bu devletin içinde yaşayıp da, devlete saygı duymayan bir insana benim bakışım farklı olur. O zaman bu ülkenin nimetlerinden yararlanmasın...” Bunlar Orhan Gencebay nam arabeskçinin sözleri. Hatırlıyorum, 1980’li yılların sonunda misafirliklerimden birinde polislerden duymuştum ilk. “Devlete saygı duymazsanız nimetlerinden yararlanamazsınız” diyorlardı kibarca! Arabeskçi artık yeni işkencecimizdir. Dediği gibi, neden muhalif olsun? 12 Eylülden beri iktidar yalakasıdır arabesk. Yukarıdaki tehditkâr ifadelerden anlaşılacağı gibi iktidarın ta kendisidir. Arabeskçi yobazın öz kardeşidir.

İşçi sınıfına gelince, geçenlerde Flormar direnişçileri ile birlikteydik. “Güzel günler göreceğiz çocuklar, motorları maviliklere süreceğiz” diyorlardı hep bir ağızdan. Ne yüzlerinde ümitsizlik, ne dillerinde arabesk vardı. 

Dönelim başa; Biz halkımıza beslediğimiz tutkulu sevginin yanında, onun bu eğilimlerini reddettiğimiz için solcuyuz. “Batsın bu dünya” diye yaratana şikâyette bulunmakla olmaz o işler. Nihat Behram’ın yazdığı gibi olur:

“Bir yol kavşağındasın ve ancak

Yaraların, haykırışlarla onarılır

Bir yol kavşağındasın ve senin

Değişmek için çırpınıyor kaderin

Kuşan alnında biriken o kara teri

Sırtında şakırdayan kırbacı kopar

Soluk al, ışıldat o mazlum yüreğini

Bak; korlaştı acıların, kozalandı

Ey halk, parçala şu nankör suskunluğunu

Başkaldır artık”

Yozlaşmış, çürümüşün ilacı değildir. Şiddetle ve şiddetli bir arınmaya ihtiyacımız var. Osman Çutsay’ın deyişiyle “entelektüel bir şiddet” lazım arınmak için. Eleştireceğiz, hatırlatacağız, ölülerimizi gömeceğiz, çürümüşlerimizi sileceğiz ve öyle yürüyeceğiz.